AVRUPA’DAKİ OSMANLI ESERLERİNİN İZİNDE
“ORTA KOL” TARİH ve COĞRAFYA GEZİSİ
Prof. Dr. Recep Mesut
recep.mesut@hotmail.com
“Orta Kol” ne
demek? Kadim Türk geleneklerine göre savaşta ve fetih akınlarında ordu mevcudu
üç kola ayrılırdı: sağ kol, sol kol ve orta kol. Avrupa fetihlerini başlatan
Sultan 1. Murat, 1361’de Edirne’yi fethettikten sonra yüzünü batıya çevirmiş ve
üç koldan yayılma emirleri vermişti. Bu nedenle kendisine “Hüdâvendigâr” (doğru
yolu gösteren) denmiştir. Arkasında kalan Bizans başkenti Konstantinopol
(İstanbul) 92 yıl daha fethedilmeyi bekleyecektir. Bu süre esnasında Balkan
Yarımadasının fethi hemen hemen tamamlanmıştır. Sultan 1. Murat’ın
hükümdarlığında
a) “sağ kol”
Tunca Nehrini takip ederek ve Karadeniz’e paralel ilerleyerek, önce Kara
Timurtaş Paşa komutasında Doğu Balkan Dağları eteklerine (1367), daha sonra
Sadrazam Çandarlı Ali Paşa öncülüğünde (1388) bu dağları aşarak Aşağı Tuna
kıyılarına ulaşmıştır.
b) “Orta kol”,
Lala Şahin Paşa komutasında Meriç Nehrini takip etmiş, Yukarı Trakya Ovasını
(1364), İhtiman ve Samakov yaylalarını (1373) Osmanlı topraklarına katmıştır.
Lala Şahin Paşa’nın ölümünden sonra İnce Balaban Bey Sofya’yı (1385),
Timurtaşoğlu Yahşi Bey de Niş’i (1386) almışlardır.
c) En hızlı ilerleyen “sol
kol”, Gazi Evrenos Bey komutasında Rodop Dağlarını güneye doğru aşarak
bugünkü Batı Trakya Ovası (1361), daha sonra Sadrazam Halil Hayreddin Paşa
öncülüğünde Makedonya’nın büyük bir kısmı
(1372-1385 arasında) ele geçirilmiş ve
Arnavutluk’a kadar ulaşmıştır (1385).
Bir zamanlar
ecdadımızın hakimiyet kurduğu ve izler bıraktığı toprakları yerinde görebilmek
için bir grup Edirneli tarihsever, Edirne’de faaliyet gösteren “Erakman Seyahat Acentası”nın desteğinde ve organizatörlüğünde “orta kol” fetih
güzergâhını takip ederek Kuzey Macaristan’a kadar bir haftalık gezi
düzenlemiştir (26 Nisan-2 Mayıs 2014). Coğrafi çıkış noktası olarak Edirne
şehri, tarih dilimi olarak da Edirne’nin
fethinden (1361) sonraki yıllar esas alınmıştır. Bu istikâmette Osmanlı
fetihleri 300 yıl (1361-1663) aralıklı ilerlemelerle (Yıldırım Bayezit, 2.
Murat, 2. Mehmet [Fatih], Kanunî Sultan Süleyman, 3. Mehmet ve 4. Mehmet
dönemlerinde) devam etmiş, bunu takip eden 222 yılda (1663-1885) ise
mağlubiyetler ve toprak kayıpları sonucu Osmanlı sınırı tekrar Edirne’ye
dayanmıştır.
Söz konusu sınır Rumeli-i Şarkî Vilâyeti’nin
Bulgaristan Prensliği tarafından ilhak edildiği 1885’te Edirne’nin 50 km batısındaki Hebibçe
(bugün Lübimets) yerleşim yerine; Balkan Savaşları bitiminde 1913’te Edirne’nin
35 km
batısındaki Mustafapaşa (bugün Svilengrad) kasabasına; 1915’te Bulgaristan’ın
müttefik olarak Birinci Dünya Savaşına katılması karşılığında sınır Edirne’nin 22 km batısındaki Viran
Tekke’ye (bugün Kapitan Andreevo) çekilmiştir.
Kuzey
Macaristan’da uç nokta olan Eger (Osmanlı’nın “Eğri” dediği eyalet merkezi)
görüldükten sonra dönüş kuzeybatı (Roma döneminde “Dacia” / Osmanlı döneminde “Erdel”)
yolundan yapılmıştır. Bugünkü Batı Romanya’dan Demirkapı Boğazında (Orşova’da) Tuna
kıyılarına inilmiş, Kalafat-Vidin arasındaki yeni Tuna Köprüsünden geçilmiş, Kuzey
Bulgaristan’daki Vidin ve Plevne görüldükten sonra Balkan Dağları Hainboğaz’dan
aşılarak, Yeni Zağra ve Sakar Tepeleri üzerinden Kapıkule’ye ulaşılmıştır. Toplam
7 günde 2853 km
yol katedilmiştir. Sadece gündüzleri hareket edilmiş, geceleri hotellerde
dinlenilmiştir (Sofya’da “Balkan Hotel”; Belgrad’ta “İn-Hotel”; Peç’te “Hotel
Palatinus”; Budapeşte’de “Best Western Hotel Hungaria”; Temeşvar’da “Hotel Boca
Junior” ve Plevne yakınlarında Lukovit kasabasında “Diplomat Plaza”). Bu sayede
gündüzleri tarihi yerler gezilebilmiş ve coğrafi çevre gözlenmiş, geceleri
dinlenilmiştir (Res. 1).

1. gün: 320 km (Edirne-Plovdiv-Sofya, Bulgaristan başkenti)
2. gün: 415 km (Sofya-Niş-Semendire-Belgrad, Sırbistan başkenti)
3. gün: 313
km (Belgrad-Novi Sad-Osiyek-Peç)
4. gün: 321
km (Peç-Şikloş-Zigetvar-Budapeşte, Macaristan başkenti)
5. gün: 518
km (Budapeşte-Eger-Debrecen-Oradea-Arad-Timişoara)
6. gün: 566
km (Timişoara-Orşova-Turnu Severin-Vidin-Lukovit)
7. gün: 400 km (Lukovit-Pleven-Loveç-Veliko Tırnovo-Nova
Zagora-Edirne
2853 km
Beş çağdaş
ülkeden geçilmiştir: 1) Bulgaristan
(gidişte ve dönüşte); 2) Sırbistan;
3) Hırvatistan (sadece Slavonya
bölgesi tranzit); 4) Macaristan; 5) Romanya (Krişana ve Banat bölgeleri).
Bu ülkelerin karşılaştırmalı tanıtımı (ve Türkiye ile kıyaslanması) aşağıdadır:
Ülke Yüzölçümü Nüfus Türk GSMH Kişi başı Din Dil Alfabe Para Tel. İnternet Osmanlı
bin km2 milyon nüfus milyar $ gelir $ ailesi birimi kodu kodu hakimiyeti
Bulgaria
111 7,3 588,000 51 7,033 Ortodoks Slav
Kiril Lev +359
.bg ~500 yıl
Serbia
88 7,2 647 43 6,017 Ortodoks Slav
Kiril Dinar +381
.rs ~400 yıl
Croatia
56 4,3 367 61
13,920 Katolik Slav Latin
Kuna +385 .hr ~160 yıl
Hungary
93 9,9 1,565 138
13,950 Katolik Ural Latin
Forint +36 .hu ~150 yıl
Romania
238 20,1 67,500 192 9,000 Ortodoks Latin
Latin Lei +40 .ro ~160 yıl
Turkey
783 76,6 % 75 789
10,660 İslam Altay Latin
Lira +90 .tr 624 yıl
Sırbistan
hariç, bu ülkeler artık Avrupa Birliği (AB) üyesi oldukları için hem “Schengen
vizesi”ni tanıyorlar (Sırbistan ise Türkiye vatandaşlarına vize
zorunluluğu uygulamıyor), hem de
aralarındaki sınır kapılarında tek bir yerde pasaport-gümrük kontrolü ile yetiniyorlar.
AB üyesi olmalarına rağmen söz konusu ülkeler “Euro bölgesine” henüz dahil
edilmemişlerdir (kendi milli para birimlerini kullanıyorlar). Gezimiz esnasında
€ karşısındaki değerleri şöyle idi: 1€ = 1,95 bulgar levası = 4,5 romen lei =
7,6 hırvat kunası = 115,5 sırp dinarı = 306 macar forinti.
Osmanlının
“orta kol” ilerleyişi Balkan Yarımadasının eski çağlardan beri bilinen en işlek
diyagonal yolunu (Edirne-Filibe-Sofya-Niş-Belgrad) takip etmiştir. Vakti
zamanında Roma İmparatorlarının bayındır hale getirdiği bu yol “Via militaris” (Askeri yol) olarak
bilinmektedir. Dağlık olan Yarımadanın en uygun ulaşım atardamarı olan bu
güzergâh doğal geçitleri ve akarsu vadilerini kullanmaktadır. Bugün de
demiryolu (Baron Hirsch’in 1869’da inşasına başladığı ve 1888’de tamamlanan “Orient
Express” hattı) ve karayolu (gurbetçilerimizin “Sıla Yolu”) olarak önemini
yitirmemiştir.
Balkan
Yarımadası Avrupa’nın Akdeniz’e
uzanan en büyük yarımadasıdır ve Dünya coğrafyasında Türkçe kökenli bir kelime
(“balkan”= sarp dağ) ile anılmaktadır. Yarımada yaklaşık 500 bin km2
(Tuna ve Sava nehirleri güneyinde) olup, bugün 10 bağımsız ülke barındırmakla
Avrupa’nın siyasi-iktisadi olarak en parçalanmış bölgesidir. Fakat tarihsel
süreç içerisinde büyük imparatorluklar bütün yarımadayı birleştirerek,
gümrükleri ve sınırları kaldırarak yüzyıllar süren barış ve refah dönemleri
sağlamışlardır:
Roma İmparatorluğu (M.S. 2-3 yy, “Pax
Romana”);
Bizans = Doğu Roma İmparatorluğu (M.S.
5-6 ve 11-12 yy, “Pax Byzantina”);
Osmanlı İmparatorluğu (M.S. 15-17 yy,
“Pax Ottomana”) [“pax”= barış].
Gezdiğimiz devletler arasında sadece Macaristan (Orta
Avrupa ülkesi) Balkan devleti sayılmaz. Sırbistan, Hırvatistan ve Romanya’nın
ise yarımada dışına taşan toprakları vardır. Selânik körfezine dökülen Vardar
ile Tuna’ya dökülen Morava nehirlerinin oluşturduğu kuzey-güney çizgisi
yarımadayı Doğu Balkanlar ve Batı Balkanlar diye ikiye ayırır.
Trakya
bölgesi ise Balkan Yarımadası’nın 1/5
güney-doğu kısmını kapsar (yaklaşık 100 bin km2): Yukarı Trakya (%
60, Bulgaristan); Doğu Trakya (% 25, Türkiye) ve Batı Trakya (% 15,
Yunanistan). Kuzeyden Balkan Sıradağları, batıda İhtiman-Rila Dağları ve
Karasu (Bulg: Mesta, Yun: Nestos) nehri, güneyden Ege Denizinin bir
bölümü sayılan “Trakya Denizi” (Yunanlılar “Thrakiko Pelagos” derler, İng. Thracian
Sea); doğudan Karadeniz ve Marmara Denizi ile sınırlanır. İstanbul Boğazı
(Bosporos, Bosphorus) ve Çanakkale Boğazı (Hellespontos veya Dardanelles)
sayesinde Anadolu’dan (Küçük Asya = Mala Asia = Asia Minor)’dan ayrılır. Erken
Osmanlı döneminde Doğu Trakya’ya “Paşaeli”
(Gazi Süleyman Paşa’nın adından) denmiş, sonra ele geçirilen Trakya ve
Makedonya toprakları için “Rumeli”,
Rumca konuşulan topraklar (Roumelia) tabiri kullanılmıştır. Bazen bu deyimle
tüm yarımada kastedilmişse de, genellikle Balkan Dağları enleminin güneyinde
kalan topraklar için kullanılmıştır. Çünkü bu enlemin kuzeyinde o yıllarda
Rumca konuşan topluluklar kalmamıştı. Trakya’nın ünlü üçlemeleri vardır:
“Trakya denizleri”: Karadeniz, Marmara
ve Ege Denizi.
“Trakya adaları”: Taşoz (Tassos), Semadirek (Samothraki) ve
Gökçeada (İmbros)
“Trakya dağları”: Rodop, Istranca (Yıldız Dağları) ve Sakar.
“Trakya nehirleri”: Meriç, Tunca, Arda.
Güneşli bir
nisan sabahı Kapıkule’den Bulgaristan’a giriş Kapitan Andreevo (eskiden Viran Tekke)
sınır kapısından yapılmıştır. 13
km ilerideki Svilengrad
şehrinde Meriç nehri üzerindeki ilk büyük Osmanlı eseri “Mustafa Paşa Köprüsü” görülmüştür.
Vakti zamanında bu köprü sayesinde Filibe’den gelen ve Meriç’in sağında
seyreden askeri yol burada Meriç’in sol yakasına geçiyor ve bundan sonra Edirne
ve İstanbul istikametinde böyle büyük bir nehirle karşılaşılmıyordu. 1529
yılında Kanunî’nin sadrazamı Çoban Mustafa Paşa tarafından yaptırılan tarihi
köprü 295 m
uzunluğunda, 6 m
genişliğinde ve 20 kemerli olup şehrin alâmeti farikası olarak korunmaktadır.
Bulgarların “Eski köprü” (Stariyat most) dedikleri “Mustafapaşa Köprüsü”, zarar
görmemesi için araç trafiğine kapatılmış, aşağısında bir demiryolu köprüsü ile
yukarısında Meriç nehri üzerinde iki yeni karayolu köprüsü ayrıca inşa
edilmiştir.
Çoban
Mustafa Paşa (öl. 1529): Devşirme
kökenli olduğu sanılmaktadır. Yavuz Selim’in ve daha sonra Kanuni Sultan
Süleyman’ın erken döneminde yaşamış, vezirlik ve beylerbeylik yapmış, Rodos
seferine serdar-ı ekrem tayin edilmiştir. Meriç üzerine yaptırdığı köprü (1529)
ölümünden sonra tamamlanmıştır – Cisr-i Mustafapaşa (bugün Svilengrad).
Gebze’deki külliyesi ve camisi ünlüdür, yanında türbesi de yer almaktadır.
Balkan Savaşlarından sonra Bulgaristan’a
terkedilen Cisr-i Mustafapaşa kasabası Svilengrad adını almıştır (1912). Bugün
ilçe merkezi olup nüfusu 18,600 civarında, nehir hizasında rakım 60 m’dir
(Edirne’de Meriç suyunun rakımı 40 m’dir). 1912 yılına kadar Osmanlıya ait
bulunan bu kasaba Filozof Rıza Tevfik’in doğum yeridir.
Rıza
Tevfik (Filozof Rıza) (1869-1949): Mustafapaşa (bugün Svilengrad,
Bulgaristan) doğumlu. Babasının memuriyeti nedeniyle rüştiyeyi Gelibolu’da
okumuştur. Galatasaray Lisesinden sonra önce Mülkiye’yi, sonra Tıbbiye’yi
bitirmiş (1899), 1907’de İttihad ve Terakki Cemiyetine katılmış, Edirne mebusu
olarak meclise girmiştir. Sonra ayrılıp Hürriyet ve İtilaf Fırkasına geçmiştir.
1918’de Mason Büyük Locasının büyük üstadı ve Maarif Nâzırı, 10 Ağustos 1920’de
Sevr Antlaşmasını imzalayan dört kişiden biri olduğu için “Yüzellilikler
Listesinde” hain ilan edilmiş ve yurtdışına kaçmıştır (1922). 1943 Af Kanunundan
yararlanarak yurda dönmüş ve 80 yaşında İstanbul’da ölmüştür. Dar-ül-fünun’da
felsefe dersleri vermiş, şiirler, makaleler ve hatıralarını yazmıştır.
Kuzeybatı
istikametinde devam eden Meriç Vadisi
genişleyerek verimli ovalara yer vermektedir. Sol tarafta ormanlarla kaplı
Rodop Dağları 700 m’ye kadar yükselen kesintisiz bir silsile (Bulg: Gorata) oluştururken,
sağ tarafta alçak ve oldukça çıplak Sakar tepelikleri görülmektedir.
Svilengrad’tan sonra Meriç’in sağ yakasına geçerek tarihi Osmanlı güzergâhını
yani E-5 yolunu tercih ettik (Meriç’in sol yakasında Bulgarların yeni
yaptıkları 35 km’lik Svilengrad-Harmanli otoyolu hizmete girmiş olmasına rağmen).
Harmanlı şehrine ulaştığımızda Meriç’e
dökülen Uludere üzerinde ikinci bir Osmanlı köprüsünü görme fırsatımız doğdu –
genellikle “kambur köprü” olarak adlandırılan 1585 tarihli Siyavuş Paşa
Köprüsü. Sultan 3. Murat döneminde sadrazamlık yapan Kanijeli Siyavuş Paşa,
“orta kol” güzergâhında önemli bir menzil kasabası olan Harmanlı’da külliye (kervansaray,
cami, mektep, hamam) yanında bu köprüyü de inşa ettirmiştir. Trafiğe kapalı
olan bu köprü de tarihi eser olarak korunmaya alınmıştır. Doğu tarafında
külliyeden bazı kalıntılar ve bir çeşme göze çarpmaktadır. Harmanlı’nın adını
Bulgarlar değiştirmemişler (sadece Harmanli demektedirler), ilçe merkezi olup
nüfusu 18,500, Meriç suyunun rakımı ise 80 m’dir. Meriç nehrinin sağ yakasında
bulunmaktadır.
Kanijeli
Siyavuş Paşa (öl. 1602): Hırvat veya
Macar asıllı olup, Enderun’da yetişmiş, Yeniçeri Ağası ve Rumeli beylerbeyi
olmuştur. 2. Selim’in damadı olup, 3. Murat döneminde (1574-1595) üç kez
sadrazamlık yapmıştır. Harmanlı’da külliyesinden (cami, mektep, hamam) iz
kalmamış, fakat Harmanlı çayı üzerindeki köprüsü [“kambur köprü”] hala
ayaktadır. Fatih’te medrese, Üsküdar’da sarayı olduğu bilinmektedir. Türbesi
Eyüp’tedir.
Harmanlı’dan
sonra E-5 karayolu Meriç yatağından uzaklaştı ve nehir görünmez oldu, ancak 100 km sonra Plovdiv’te, yani Filibe’de yeniden
karşımıza çıktı. Çünkü Bulgaristan’ın ikinci büyük şehri (339 bin nüfus, rakım 164 m) olan Filibe, Yukarı Trakya Ovası’nın güneyinde ve
Meriç nehrinin iki yakasında yer almaktadır. 20 km daha güneyde ise Rodop
Dağları başlamaktadır. Milâttan önce Traklar tarafından kurulan Pulpudeva
(buradan Slavca Plovdiv adı gelmektedir) yerleşimi, Makedonya kralı 2. Filip (Philippos)
tarafından M.Ö. 342 yılında fethedilmiş ve “Philippopolis” (buradan Türkçedeki
Filibe) adını almıştır. Bugün Meriç’in güneyinde yedi tepeye yayılsa da, asıl eski
kent Romalılar döneminde hemen Meriç’in sağ kıyısında yükselen üç kayalık
tepeyi (Nöbet tepe, Cambaz tepe, Taksim tepe) kapsıyordu ve “Trimontium” olarak
adlandırılıyordu. Edirne’nin fethinden sadece üç yıl sonra (1364) Lala Şahin
Paşa tarafından ele geçirilen Filibe uzun yıllar boyunca (521 yıl) Osmanlının
geliştirip imar ettiği önemli şehir olmuştur.
Lala
Şahin Paşa (öl. 1376): Orhan Gazi
döneminde şehzade Murat’ın lalası iken Gelibolu’ya geçerek Rumeli fetihlerine
katıdı. 1. Murat sultan olarak tahta çıktıktan sonra Çorlu, Lüleburgaz ve
Edirne fetihlerinde bulundu. “Orta kol” fetihlerinin başına getirildi – Filibe
ve Zağra’yı fethetti (1364), Rumeli Eyaletinin ilk beylerbeyi oldu. Ferecik’i,
sonra da İhtiman ve Samakov’u Osmanlı topraklarına kattı (1372). Tarihimizde
vezir rütbesi ve “Paşa” unvanı verilen ilk kişidir. Bursa’da medrese,
Kirmastı’da (Mustafakemalpaşa) cami, zaviye ve türbesi bulunmaktadır.
1878 Berlin
Antlaşmasına göre oluşturulan ve Bulgar asıllı bir vali (Gavril Krısteviç) tarafından
yönetilen “Rumeli-i Şarkî Vilâyeti”nin
idari merkezi olmuş, fakat 7 yıl sonra (1885) silahlı bir darbe ile Sofya
merkezli Bulgaristan Prensliğine bağlanmıştır. Tarihimizdeki “enosis”lerin
tipik bir örneğidir. Hala 16 bin müslümanın (nüfusun % 5,2’si) yaşadığı şehirde
iki tarihi cami ayakta kalabilmiştir: Cuma (Muradiye) Camii şehrin merkezinde
ve Roma kalıntıları üzerinde (Res. 2-a) ibadete açık olup, onun 200 m Meriç tarafında İmaret
(Şahabeddin Paşa) Camii (Res. 2-b) bakımsız haldedir. Çifte Hamam ise restore
edilerek sergi salonu olarak kullanılmaktadır. Grupta yer alan genç
iştirakçiler Hisarkapiya’dan tırmanarak tarihi evleri tamamen restore edilmiş
olan kaleiçini de gezdiler.
Res.2: Plovdiv
(Filibe)’deki Osmanlı eserleri – a) Muradiye Camii; b) İmaret Camii
Plovdiv’ten
kuzeye doğru hareket edilerek Meriç nehri üzerindeki köprüden geçildi ve 10
km sonra Trakya Otobanına (Avtomagistrala = AM
“Trakiya”) ulaşıldı. Balkanların en geniş ovasının (Yukarı Trakya Ovasının)
ortasında yeni inşa edilen bu otoban doğu-batı doğrultusunda Karadeniz
kıyısından (Burgas’tan) başkent Sofya’ya kadar uzanmaktadır. Batı istikametinde
otobanı kullanarak söz konusu ovayı batıdan sınırlayan İhtiman Dağlarına
tırmanmaya başladık. 760 metrelik bir irtifada, atalarımızın Kapulu Derbent (Suçi
Boğazı) dediği mevkiye vardığımızda, sağ tarafta uzaktaki kale kalıntılarını
(Stipon Kalesi) fark ettik. Roma İmparatoru Traianus tarafından yaptırılan ve
“Porta Traciae” (Trakya’nın kapısı) diye bilinen kale “Askeri Yol”un en önemli
savunma istihkâmıydı. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde de askeri karakol işlevini
sürdürmüş, “Trayan Kapısı” olarak da bilinmiştir. Modern otoban farklı, fakat
yakın bir güzergâhtan geçirilmişti. Aynı adlı tüneli geçtikten sonra sol
tarafta İhtiman yüksek ovasını (650
m) ve uzaktan küçük İhtiman
şehrini (nüfus 14,500) fark ettik. 1372 yılında Lala Şahin Paşa’nın fethettiği
bu stratejik kasaba Osmanlı seferlerinde önemli kavşak rolü oynamıştır. Buradan
güneybatı yönünde ayrılan ve Sofya’dan geçmeyen ikinci bir yol, demir
madenleriyle ünlü Samakov yaylasına, oradan da Makedonya içlerine (Köstendil-Üsküp)
götürmektedir. Birinci Kosova Savaşına giden Sultan 1. Murat’ın ordusu söz
konusu bu ikinci güzergâhı tercih etmişti (1389). Fetret Devrinin sonunu
getiren ve Musa Çelebi’nin yakalanıp öldürüldüğü Çamurlu mevkii de Samakov
yakınında idi (1413).
Otoban ise İhtiman
Ovasına inmeden kuzeybatı yönünde yükselmeye devam etti ve Vakarel belinde (830 m) Sofya Ovası (520 m) tüm ihtişamı ile
gözler önüne serildi. Her taraftan dağlarla çevrili bu kapalı ovanın güney
kenarında, zirvesi hala karlarla kaplı (2290 m) Vitoşa Dağının eteğinde 1,2 milyon
nüfuslu Bulgaristan başkenti yayılmıştı. Osmanlının çok sevdiği ve uzun yıllar
Rumeli Beylerbeyliği’nin başşehri yaptığı Sofya bizim Bursa’yı andırmaktadır.
Dağ yamaçlarına tırmanan bağlık ve bahçelik alanlar ile ovaya inen yaşam ve
ticaret semtleri, bu arada sıcak ve kükürtlü su kaynaklarının beslediği
hamamları, kaplıca ve içmeceleri ile de ünlüdür. Büyük şair Sofiâvi Vahid
Mehmet Çelebi’nin ve şair Ahmet Hâdi’nin doğum yeri, ünlü Halveti şeyhi Sofiâvi
Bali Efendi’nin de ölüm yeri (1551) ve ziyaretgâhı burasıdır. Abdi Efendi, Seyfullah
Efendi ve Hekimzâde Subhi gibi tanınmış isimler burada kadılık yapmışlardır. Tarihte
Serdika (Roma dönemi), Triyaditsa (Bizans dönemi) ve Sredets (Bulgar dönemi) adlarıyla bilinen bu
şehir, Osmanlı fethinde dikkat çeken Sveta Sofiya (Aya Sofya) Kilisesinden
esinlenerek bugünkü adıyla anılmaya başlanmıştır [Bu Ayasofya İstanbul’dakinden
çok önce ele geçirilmiş ve camiye çevrilmiştir, 1385]. Sayısız Osmanlı
eserlerinden çok azı ayakta kalabilmiştir. Fakat şehrin tarihi meydanında Mimar
Sinan eseri Kadı Seyfullah Camii (1567), diğer adıyla Banyabaşı Camii’ni görmek
mümkündür (Res. 3-a,b). Fatih’in sadrazamı Mahmud Paşa’nın (külliyesi İstanbul’da
Kapalıçarşı yanındadır) yaptırdığı dokuz kubbeli Ulucami (1456) ise bugün
Arkeoloji Müzesi olarak Cumhurbaşkanlığı binasının karşısında durmaktadır.


Res.
3: Sofya’nın merkezinde Kadı Seyfullah Camii (Banyabaşi Camiya) – a) kitabesi;
b) dış görünümü
Rumeli
Beylerbeyliği (1365-1826): Edirne’nin
fethinden sonra (1362) yapılan idari taksimatla iki eyalet (Rumeli ve Anadolu
Eyaletleri) oluşturulmuş ve başlarına birer “beylerbeyi” atanmıştır. Bu nedenle
eyaletlere “beylerbeyliği” de denilmiştir. İlk Rumeli beylerbeyi Lala Şahin
Paşa, onun ölümünden (1376) sonra Timurtaş Paşa olmuştur. Bu eyaletin başşehri
önce Edirne iken, sonra Sofya olmuştur. 18. yüzyılda alternatif ikinci merkez olarak
Manastır (Bitola) kullanılmış ve 1836’dan sonra Manastır son merkez sayılmıştır.
Balkanlardaki fetihler arttıkça bu eyaletin sahası çok genişlemiş ve koparılan
parçalarla yeni eyaletler teşekkül etmiştir:
1533 – Kapudan Paşa (Ceziret-ül Bahri Sefid) Eyaleti
(Akdeniz adaları ve kıyıları)
1541 – Budin Eyaleti (Macaristan’ın fethinden ve üçe
ayrılmasından sonra)
1580 – Bosna Eyaleti (1463’te fethedilen Bosna
önceleri Rumeli Eyaletine bağlı imiş)
1593 – Özi (Silistre) Eyaleti (Edirne’nin kuzeyinden
itibaren Kırım’a kadar Karadeniz kıyıları)
Eyalete bağlı bulunan “sancak” (aynı zamanda askeri
birlik komutanı “sancakbeyi”) sayısı sürekli değişmiştir: 1475’te, Fatih dönemi
– 17 sancak; 1520’de, Kanuni dönemi – 33 sancak; 1644’te – 15 sancak;
1700’lerde – 18 sancak; 1800’lerde – 16 sancak. Ayrıca, belirli coğrafi konumu
olmayan, fakat savaş seferberliklerine “sancakbeyi” komutasında katılan askeri
birlikler de varmış (Yörük Sancakbeyi; Voynuk Sancakbeyi; Çingene Sancakbeyi;
Kırk Kilise Müslümanları Sancakbeyi).
2. Mahmud’un Yeniçeri Ocağını kaldırmasından sonra
(1826) büyük eyaletler daha küçük eyaletlere bölünmüş ve Rumeli Eyaletinden
önce 4 eyalet (Edirne, Selânik, Manastır ve Yanya Eyaletleri), 1846’da daha 2
eyalet (Niş ve Vidin Eyaletleri) oluşturulmuştur. Ancak 1864’teki büyük idari
düzenlemeyle eyalet sistemi tamamen kaldırılmış, yerine “Vilâyet” taksimatı ve
idareci olarak da “Vali”ler getirilmiştir.
Ertesi sabah
Sofya’dan kuzey-batıya yöneldik, 60
km sonra Sofya Ovasını batıdan sınırlayan Dragoman
tepelerini (rakım 720 m)
aştık ve Nişava Vadisine doğru inişe geçtik. Kalotina-Dimitrovgrad (eski adı
Çaribrod) sınır kapısından Sırbistan’a girdik. Bulgaristan topraklarında Balkan
Dağlarının güney eteklerinden doğan Nişava suyu Sırbistan’a girerek dağlık
bölgede dar boğazlar ve genişlemiş ovalar arasında batıya doğru ilerler ve
Niş’i geçtikten 10 km
sonra Güney Morava nehrine dökülür. Bugünkü karayolu ve demiryolu da Nişava
suyunu takip etmektedir. Göze çarpan ilk ovanın ortasında Pirot (nüfus 38 bin, rakım 370 m) kasabasına Osmanlı Şehirköy demiştir.
Mithat Paşa’nın Niş Valiliği yıllarında (1863) Şehirköy’de ilk “Memleket
Sandığı” kurulmuş olduğundan TC Ziraat Bankası’nın da kuruluş yeri
sayılmaktadır.
Mithat Paşa (1822, İstanbul – 1884, Taif): Rusçuklu Hafız Mehmet
Eşref’in oğlu olup Divan-ı Hümayun kaleminde yetişti. Memuriyete Niş Valisi
olarak başladı (1863), ilk “Memleket Sandığı”nı Pirot’ta kurdu. İlk Tuna Valisi
olarak 3 yıl Rusçuk’ta çalıştı. Sonra Bağdat Valiliği ve Şurayı Devlet
(Danıştay) başkanlığı yaptı. İki kez kısa süreli sadrazam oldu. İlk Osmanlı
Anayasası (Kanun-i Esasi) hazırlayan kurulun başkanlığını yaptı. 1876’da
Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde, 3 ay sonra 5. Murad’ın da indirilip 2.
Abdülhamid’in tahta çıkarılmasında önemli rol aldı. Abdülhamid onu darbe yapmakla
suçlayıp “Yıldız Mahkemesi”nde idama mahkum etti. Sonra bunu ömür boyu hapse
çevirdi ve Arabistan’daki Taif Kalesine (1881) sürdü. 8. Mayıs 1884 günü kendi
muhafızı (Edirneli Berber İsmail) tarafından boğularak öldürüldü. 1951’de
cenazesi İstanbul’a getirildi ve Abide-i Hürriyet tepesine defnedildi.
Bela Palanka (Akpalanka, nüfus 8 bin,
rakım 300 m)
sonrasında ise Nişava nehri ünlü Siçevo Kanyonu’na girer. İstanbul-Belgrad
arasındaki askeri yolun en dar yeri olan bu boğazdan ikibin yıl önce Romalıların
nasıl yol geçirebildiklerini hayretle karşılamak gerekir. Siçevo Kanyonu’ndan sonra dağlar açılır ve genişlemiş ovanın
ortasında Sırbistan’ın üçüncü büyük şehri Niş
(nüfus 183 bin, rakım 195
m) görülür. İstanbul’un banisi Roma imparatoru Büyük
Konstantin’in doğum yeri (M.S. 272) olan bu tarihi şehir (Naissus, Nyssos),
daha 1. Murat döneminde Osmanlı topraklarına katılmış, çevresi Türk asıllı
göçmenlerle iskan edilmiş ve kalesi berkitilerek müstahkem uçbeyliği haline
getirilmiştir. Diğer Sırbistan topraklarından farklı olarak Niş ve havalisi en
son yıllara kadar hep Türklük bölgesi olarak anılmıştır. Ayastefanos
Antlaşmasıyla (3 Mart 1878) önce Bulgaristan’a, dört ay sonraki Berlin
Antlaşmasıyla (13 Temmuz 1878) da Sırbistan’a terkedilmiştir. Azınlık olarak
Sırp idaresinde kalmak istemeyen 80,000 Türk beşyüz yıllık ata topraklarını
terk etmiştir. Niş, fethedilişi, idaresi ve elden çıkması bakımından bugünkü
Bulgaristan topraklarının kaderini paylaşmıştır.
Şopluk: Niş ile Sofya arasında kalan topraklar (özellikle
Pirot-Bela Palanka) her zaman Bulgar-Sırp anlaşmazlıklarına sebep olmuş,
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Bulgar askerleri geçici olarak buraları işgal
etmişlerdir. Söz konusu ara bölge “Şopluk” olarak bilinir, Bulgarca ve Sırpça
arasında kalan Torlak şivesini (Torlakian dialect) kullanırlar. Bazı
tarihçilerin iddialarına göre 11. yüzyılda kuzeyden gelen Peçenek kabilelerini
yenen Bizans, geri kalanları kuzeyden güneye Severin (bugün Romanya’da), Batı
Balkan Dağları, Sofya’nın batısı ve güneyi (Radomir, Breznik, Tırın),
Köstendil’in batısı (Bosilegrad) ve Kosova’nın doğusu (Gilan) gibi alanlara
iskan etmiş ve Ortodoks Hıristiyan yapmıştır. Osmanlı döneminde bunların bir
kısmı (Goralılar) Müslümanlığı benimsemişler, fakat Torlak şivesini sürdürmüşlerdir.
Mutlak çoğunluk artık Türkiye’ye göç etmiştir.
Niş merkezinde
ayakta kalabilmiş şehir camiini gördükten sonra en önemli Osmanlı eseri olan
Niş Kalesini ziyarete gittik (Res. 4-a). Nişava nehrinin sağ kıyısında bulunan
kaleye İstanbul Kapısından (Stambul Kapiya) girdik ve kaleiçindeki Bali Bey
Camii’ne (Res. 4-b) kadar yürüdük. Şehir halkının park, gezi ve eğlence yeri
olarak kullandığı kaleiçinde hamam kalıntıları da onarılmış ve lokanta olarak
değerlendirilmişti.
Res. 4:
Niş’te Osmanlı eserleri – a) Niş Kalesi, Stambul Kapiya; b) Kale içinde Bali
Bey Camii
Niş sonrası Morava
Vadisine ulaştık ve buradan geçen güney-kuzey otobanı sayesinde hızla kuzeye
doğru yol almaya başladık. Selânik’ten Belgrad’a giden otoban Balkan
Yarımadasının en önemli kuzey-güney doğrultulu ulaşım atardamarı olup, aynı
zamanda Batı Balkanları Doğu Balkanlardan ayırmaktadır.
Roma İmparatorluğu döneminde bu bölge Provincia “Moesia Superior”, Yukarı Meziya (daha
sonra, M.S. 271 sonrası, “Dacia Aureliana” adını almıştır) eyaleti olarak adlandırılıyordu. Batıda Drina
nehrinden doğuda Ciabrus (bugün Tsibritsa, Bulgaristan’da Batı Balkan
Dağlarından kaynak alıp Tuna’ya dökülür) suyuna kadar geniş bir alanı
kapsıyordu. Kuzeyden Tuna nehri “limes” (sınır) olarak müstahkem kalelerle
korunuyordu, fakat “Kavimler Göçü” asırlarında bu eyalet çok zarar görmüştü. Günümüzde
Belgrad – Niş – Vidin arasında kalan dağlık alanı kaplıyordu.
Morava Vadisi, genişlemiş ovalar
silsilesi (Pomoravye) şeklinde giderek alçalarak (180 m irtifadan 70 m’ye
kadar) 200 km
kuzeydeki Tuna nehrine kadar devam etmekteydi. Sağ tarafta kalan alçak
tepelikli Homolye Dağları (azami yükseklik 1344 m) kuzeyde Demirkapı
Boğazına kadar uzanırken, sol tarafta Sırbistan’ın kalbi sayılan “Şumadiye” bölgesi uzaktan görünüyordu.
Sık ormanlarla kaplı bu bölge daha batıdaki Drina Vadisinde (Podrinye) Bosna
topraklarına kadar uzanmaktadır. Yaprak döken meşe ormanlarının tabanında
oluşan “şuma” (döküntülü toprak örtüsü), meşe palamutlarını seven domuzlar için
uygun doğal ortam sağlıyordu ve yüzyıllardan beri Sırplar Avrupa’ya domuz eti
ve canlı domuz ihracatı ile geçinmişlerdi. Sırbistan’ın bu bölgeleri Osmanlılar
tarafından daha geç fethedildikleri için (İstanbul’dan sonra, 1459’da) yoğun
Türk iskânı yapılamamış, sadece kalelere asker ve kentlere idareci
yerleştirilebilmiştir. Gerileme devrinde ilerleyen Avusturyalılara karşı yerel
halktan destek görülmemiş, 1804’ten sonraki Sırp Ayaklanmaları da bu bölgelerde
başarılı olmuştur.
1804-1813
Birinci Sırp Ayaklanması: Bir domuz
çobanı olan Karacorci Petrovič
önderliğinde Belgrad, Smederevo (Semendire), Požarevac (Pasarofça) ele
geçirildi ve Ruslar tarafından desteklendi. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşından
sonra 1813’te ayaklanma bastırıldı, Karacorci Avusturya’ya kaçtı. 1817’de
Sırbistan’a dönmek isterken, popülaritesini kıskanan Obrenoviç’in adamları
tarafından öldürüldü. Fakat sonraki yıllarda oğlu ve torunları iktidara gelerek
Sırbistan prensleri (knez) ve kralları oldular. 19.-20. yüzyıl Sırbistan tarihi
bu iki hanedanın (Karacorci ve Obrenoviç) kanlı mücadeleleri ile geçmiştir.
1813-1815
İkinci Sırp Ayaklanması: Bir domuz
tüccarı olan Miloş Obrenoviç önderliğindeki
bu ayaklanma sonunda, yumuşak geçişle yerel özerklik (1815) tanındı, Osmanlı
Sultanına bağlı otonom Sırbistan Prensliği (1832) kabul edildi, Türk nüfus
tahliye edildi, fakat önemli kalelerde Türk garnizonları kaldı. 1867’de son Osmanlı askerleri Belgrad
ve Semendire Kalelerini boşalttılar ve
Niş’e çekildiler.
1876-77
Osmanlı - Sırbistan ve Karadağ Savaşı
(18.Haz.1876-28.Şub.1877): 1875-76 yıllarında Bosna-Hersek’te ve daha sonra
Bulgaristan’da Osmanlıya karşı ayaklanmalar oldu. Sırbistan ve Karadağ Prenslikleri
bu ortamı fırsat bilerek Osmanlı’ya savaş ilân ettiler, fakat 8 ay süren çarpışmalarda
Osmanlı ordusu üstün geldiyse de, Avrupa’nın baskısıyla Şubat 1877’de toprak
değişiklikleri olmadıan barış imzalandı. Sırbistan cephesinde çarpışan Osman
Nuri Paşa (geleceğin Gazi Osman Paşası) başarılı oldu ve müşir unvanı aldı. Bu
iki prenslik bir yıl sonra 1877-78 Osmanlı-Rus harbinin son safhasında yeniden
Osmanlı topraklarına saldırdılar ve Berlin Konferansında (Temmuz 1878) önemli
toprak parçaları elde ettiler.
Belgrad’a 50 km kala Smederevo
sapağında otobandan çıktık, doğruca kuzeye giderek Tuna kıyısındaki Semendire Kalesini gördük. 63 bin
nüfuslu Smederevo (Semendire) şehri Sırplar için sembolik tarihsel değerdir -
son Sırp devletinin başkenti ve yeniden kurulan Sırp Prensliğinin de ilk
başşehri (1806) olmuştur. Önce 2. Murat tarafından fethedilmiş (1439),
Macarların müdahalesiyle elden çıkmış, 20 yıl sonra oğlu 2. Mehmet (Fatih)
1459’da tekrar fethederek bütün Sırbistan’ı ilhak etmiştir. Ünlü kalesi çok
geniş alan kaplamakta olup Semendire Sancakbeyine bağlı askeri garnizonu
barındırmıştır. Osmanlı tarafından defalarca onarılan dış kale ve içkale
surları yerli yerinde durmakta, fakat Osmanlının diğer sosyal ve dini tesislerinden
eser kalmamıştır (Res. 4-c,d).
Res.4: Semendire Kalesinden Tuna nehri ve iç avlu
Semendire’nin 45 km batısında bulunan
Belgrad’a doğru yol almaya başladık. İnişli çıkışlı bir yayla görüntüsü veren
bölgenin en yüksek tepesi (Avala, 500
m) üzerinde modern televizyon kulesi göze çarpıyordu. Şumadiye
yükseltilerinin bir “yarımada” gibi kuzey uzantısı sayılan bu alan, batıda Sava
nehri, kuzeyde Tuna nehri ve doğuda Morava Vadisi tarafından sınırlanıyordu. Daha
kuzeyde ise uçsuz bucaksız Pannonya Ovası uzanıyordu. Orta Avrupa’nın en geniş
düzlüğü olan bu ova jeolojik devirlerde bir denizin dibi imiş ve tektonik
hareketler sonucu yarılan Demirkapı Boğazı sayesinde suları Karadeniz’e doğru
boşalmış. Çevre dağlardan gelen bütün akarsuları toplayan Tuna nehrinin başlıca
kolları Sava ve Drava (batıdan), Tisa (kuzeyden), Temeş (doğudan) ve Morava
(güneyden) nehirleridir.
Tisa (Mac: Tisza; Srb: Tisa; Lat: Tissus; Gr: Pathissos;
Alm: Theiss) Tuna’nın en uzun kolu olup toplam uzunluğu 1358 km’dir. Batı
Ukrayna’da Karpat Dağlarının kuzey eteklerinden doğar, kuzey-doğudan
güney-batıya Büyük Macaristan Ovasını kateder (966 km’si bu ülkededir), Tokaj,
Szolnok, Szongrad ve Segedin (Szeged) şehirlerini geçtikten sonra Sırbistan’ın
Voyvodina topraklarına girer ve Salankamen (Novi Slankamen) karşısında soldan
Tuna’ya kavuşur. Az eğimli bir düzlükten geçtiği için çok yavaş akar, sürekli
yatağını değiştirir, birçok kanallara ayrılır, muazzam taşkınlar yapar. En
önemli kollarını sol tarafından (Transilvanya’dan) alır: Szamos (Rom: Someş);
Körös (Rom: Crişul) ve Maros (Rom: Mureş). 1846-1880 arası Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu Avrupa’nın en geniş çaplı taşkın önleme çalışmalarını yapmış ve
güvenli yeni yatak ve kanallar açmıştır. Bir inanca göre ünlü Hun hakanı
Attila’nın (öl. M.S. 453) gizli mezarı üzerinden bu nehrin suları geçirilmiş ve
halen bulunamamaktadır.
Sava (Alm: Sau; Mac: Száva) uzunluk bakımından ikinci,
fakat su miktarı bakımından en önemli koldur - toplam uzunluk 990 km (son 206 km’si
Sırbistan’da). Slovenya Alplerinden kaynaklanır, batıdan doğuya doğru akar,
Hırvatistan ile Bosna arasında doğal sınır oluşturur (Posavina) ve Sırbistan’ın
Maçva bölgesinde kavis yaparak Belgrad Kalesi’nin batısında Tuna’ya kavuşur. Üç
başkentten geçmiş olur: Ljublana, Zagreb ve Belgrad. Coğrafi olarak Balkan
Yarımadasının üst sınırı kabul edilir. En önemli kollarını güneyden alır –
Bosna’yı ve Sırbistan’ın Şumadiye topraklarını akaçlar.
Drava (Alm: Drau) Uzunluğu 750 km olan bu nehir daha
kuzeyde Avusturya Alplerinden başlar, Sava nehrine paralel seyreder, Slovenya
ve Hırvatistan’dan geçerek Össek (Osijek) sonrası Tuna nehrine dökülür.
Uzunluğu 750 km’dir. Büyük bir bölümü Hırvatistan-Macaristan sınırını
oluşturur.
Temeş (Rom: Timiş; Srp: Tamiš; Mac: Temes; Alm: Temesch)
uzunluğu 339 km
olup, Romanya’daki Güney Karpat Dağlarının Banat Yaylasından doğar, önce kuzeye
sonra batıya doğru akar, Caransebes (Karansebeş), Lugoj (Logoş) ve Timişoara
(Temeşvar) şehirlerinden geçtikten sonra Sırbistan Banat’ına girer ve Belgrad
yakınlarında Tuna’ya soldan dökülür.
Morava nehri Sırbistan’ın tarihsel ana akarsuyu olup, iki ana
kolun birleşmesiyle meydana gelir: Makedonya sınırından itibaren kuzeye akan Güney Morava (esk. Angrus, 295 km) ve Kosova-Sancak
bölgelerini akaçlayan Batı Morava
(esk. Brongus, 493 km).
Nişava suyu Güney Morava’ya sağdan döküldükten 30 km sonra, Stalač yakınında
iki ana kol birleşerek Velika Morava
(Büyük Morava, esk. Margus) adını alır ve 185 km daha kuzeye doğru
akarak Semendire’nin doğusunda Tuna’ya sağdan kavuşur.
Not: Slav dillerinde “morava” kelimesi “çayırlık, otlak”
anlamındadır ve Çek Cumhuriyeti’nin doğusunda aynı ismi taşıyan ikinci bir
Morava nehri vardır. Tuna nehrine Viyana ile Bratislava arsında soldan dökülen
bu akarsuyun akaçladığı bölge “Moravia” olarak bilinir ve Ortaçağ’da güçlü bir
Slav Devletine “Velika Moravia” (Büyük Moravya) adını vermiştir. Başşehri Brno
(Alm: Brünn) olarak bilinir.
Belgrad Kalesi (bugün Kalemegdan) Sava
nehrinin Tuna’ya döküldüğü köşedeki 100 metrelik yükseltiye kurulmuş, aşağıdaki
ovayı ve nehirleri gözetleme imkânlarına sahiptir. Kelt kökenli “Singi”
kabilesinin yerleştiği bu stratejik noktaya Romalılar “Singidunum” adını
vererek askeri amaçlı ilk istihkâmı yapmışlardı. M.S. 395’te Bizans’ın
hissesine düşen kale Bulgarların eline geçmiş ve Belgrad (=Akşehir) olarak
anılmaya başlanmış (günümüzde Sırplar Beograd demeyi tercih ediyorlar, Macarlar
ise Nandorfehervar, yani Bulgar-ak-hisarı diyorlar). Osmanlının “orta kol”
ilerlemesinde en önemli düğümü Belgrad oluşturmuştur. İki kez kuşatılmış
(1440’ta 2. Murat ve 1456’da Fatih Sultan Mehmet), aylarca süren kanlı
çatışmalara rağmen alınamamış. Ancak üçüncü denemede 1521’de Kanunî Sultan
Süleyman (1520’de tahta çıkmış) başarılı olmuş ve kendisine Orta Avrupa yolları
açılmıştır. Osmanlı bu kaleyi Sırpların elinden değil Macarların elinden almış,
güçlü Macar Devletinin savunmasını çökerterek, beş yıl sonra, 1526’da Mohaç
Meydan Muharebesinde bu devleti tarih sayıfasından silebilmiştir. 19. yüzyıl
başlarında kurulan yarıbağımsız Sırbistan Prensliği 1841’de başkentini
Belgrad’a taşımış olmasına rağmen Belgrad Kalesinde Osmanlı garnizonu 1867’ye
kadar kalmıştır.
Eski
Yugoslavya’nın (bugün sadece Sırbistan’ın) başkenti olan Belgrad, 1,3 milyonluk nüfusuyla, üç tarihi kısımdan oluşmaktadır:
Eski Belgrad (yukarıda, kalenin dışında), Yeni Belgrad ve Zemun (Osmanlı döneminde
Zemlin). Son iki birim aşağıdaki düzlük ovada, Sava nehrinin batısında yer
almaktadır. Osmanlı izleri taşıyan en büyük eser kuşkusuz Belgrad kalesidir.
Burada da “Stambul Kapiya” adını taşıyan doğu kapısından girerek kale içindeki
Şehit Ali Paşa (Moralı Ali Paşa veya Silâhdar Damat Ali Paşa olarak da bilinir,
1716 Petrovaradin Savaşında şehit olmuştur) Türbesini gördükten sonra panoramik
seyir teraslarından aşağıdaki nehirler, köprüler ve adalar izlenmiştir.
Silâhdar
Damat Ali Paşa (= Şehit Ali Paşa) (1667 – 1716,
Petrovaradin): İznik gölü kıyısında Sölöz köyünden olup, Enderun’da yetişmiş,
2. Mustafa’nın silâhdarı, 3. Ahmed’in damadı olmuştur (1709). 1714’te Venedik
elinden Mora Yarımadasını geri aldığı için “Moralı” lakabını almıştır. 1716’da
Avusturya üzerine yürümüş ve 5. Ağustos 1716’da Petrovaradin yenilgisinde şehit
düşmüştür (bu nedenle “Şehit Ali Paşa” olarak da bilinmektedir). Cesedi
Belgrad’a getirilmiş ve Kaleiçi’ndeki türbesine gömülmüştür. Son yıllara kadar
bu türbe hem müslümanların, hem de hıristiyanların ziyaretgâhı ve dua yeri
olmuştur.
Niş’te ve
Semendire’de olduğu gibi Belgrad’ta da, son şekilleri itibariyle Osmanlı
Kaleleri olan eserler korunmuş, restore edilmiş ve halka açık parklar olarak
halen hizmet etmektedirler. Havanın kararması nedeniyle kale dışında kalan
Bayraklı Camii’yi görme imkânı bulamadık. Konaklamak için Sava nehri üzerindeki
Gazela köprüsünden geçerek Yeni Belgrad semtindeki İn Hotel’e yerleştik (Res. 5
ve Res. 6).
Res. 5: Belgrad Kalesi içinde Şehit Moralı
Ali Paşa türbesi
Res. 6: Kalemegdan’dan Tuna
(sağda) ve Sava (solda) nehirlerinin
birleştiği nokta
Pannonia: Tarihi ve coğrafi bölge olarak ilk defa Roma
vesikalarında zikredilir. İlliryalılara akraba sayılan Pannoni kabilelerinin
yaşadığı bu topraklar M.Ö. 35 yıllarında Augustus tarafından itaat altına
alınmış, bilâhare oluşturulan Provincia Pannonia (Pannonya Eyaleti) çok geniş
alanı kaplamıştır. İmparator Traianus (M.S. 98-117) döneminde ikiye (Pannonia
Superior ve Pannonia İnferior), imparator Diocletianus (M.S. 284-305) döneminde
dörde bölünmüştür (Pannonia Prima, Secunda, Siscia, Valeria). Alp Dağlarından
doğuda Transilvania’ya, Kuzey Macaristan Dağlarından güneyde Sırbistan ve
Bosna’nın dağ eteklerine kadar dümdüz veya az engebeli çöküntüleri kapsıyordu,
fakat Tuna nehrinin ötesine Romalılar karışmıyordu. Bugün Macaristan’ın tümü,
Hırvatistan, Kuzey Sırbistan, kısmen Avusturya ve Bosna sınırları içinde
kalmaktadır. Romalılardan sonra bu ovalarda Hun İmparatorluğu (M.S. 370-469),
daha sonra da Avar Kağanlığı hüküm sürmüştür (M.S. 562-823). Çağdaş jeologlar
tarihöncesi çağlarda bu çöküntüleri dolduran Pannonia Denizi’nden bahsederler.
Bu nedenle Hırvatistan topraklarındaki izole ve alçak (500-600 m) dağlar (Fruška Gora,
Vršac Gora) için Panonya Adaları Dağları (Pannonian İsland Mountains) tabiri
kullanırlar.
Ertesi sabah
Panonya Ovasının en alçak kesimini oluşturan Sirem (Syrmium, Srem) düzlüğünde kuzeye doğru Novi Sad otobanında
yol almaya başladık. Fakat yeni Tuna köprüsüne varmadan önce otobandan çıkarak Sremski Karlovci (Karlofça) hedefimize
yöneldik. Amacımız 8 bin nüfuslu bu küçük kasabayı görmekti. Çünkü hepimizin
tarihten bildiği “Karlofça Antlaşması” 26 Ocak 1699 tarihinde burada
imzalanmış ve Osmanlı İmparatorluğu için gerileme devri başlamıştı. Tuna’nın
sağ kıyısında, dik bir tepenin üzerinde antlaşmanın imzalandığı ünlü “Capela
Mira” binası uzaktan görünüyordu, fakat dar ve dik sokaklara otobüsümüzün giremeyeceği
anlaşılınca sadece izlemekle yetindik. Tuna Nehrinin sağ kıyısı boyunca 8 km devam ettikten sonra da
sol tarafımızda bir toprak yükseltisi üzerinde Petrovaradin Kalesi’ni
görebildik. Osmanlının hüküm sürdüğü yıllarda bu tepe üzerinde sadece Aziz Petros
adına bir manastırın bulunmasına rağmen, 1687 yılında Avusturyalıların eline
geçmiş ve Fransa’dan mühendisler getirilerek olağanüstü güçlü bir askeri kale
halinde tahkim edilmiş (Peterwardein, bazı kaynaklarda “Avusturya’nın Cebelitarik”i
denmiştir). Nitekim Osmanlı orduları burada iki büyük mağlubiyet yaşamıştı. 1694’te
Sürmeli Ali Paşa ve 1716’da Moralı Ali Paşa komutasında Osmanlı orduları kaleyi
kuşatmışlarsa da geri alamamışlar, hatta ikinci kuşatmada Moralı Ali Paşa şehit
düşmüştü.
Tuna üzerinde
bir köprüden geçerek, Petrovaradin Kalesinin tam karşı kıyısında yer alan Novi Sad (= Yeni Bahçe) şehrine
ulaştık. 231 bin nüfuslu bu şehir Osmanlının bu toprakları terk etmesinden
sonra, bahçecilikle uğraşan üç köyün birleşmesiyle geliştiği için herhangi bir
Osmanlı eseri barındırmıyordu. Tuna’nın su seviyesinin rakımı burada 77 m’ye
çıkıyordu (Belgrad karşısında 68
m idi, Budapeşte’de ise 100 m olacağını bekliyorduk).
Novi Sad (Mac: Ujvidek; Alm: Neusatz) Sırbistan’ın ikinci büyük şehri ve Voyvodina
özerk bölgesinin de başşehri sayılıyordu. Mola vermeden şehir turu yaptık ve
düzgün yollarını, geniş caddelerini ve modern binalarını otobüsten izledik.
Tuna’nın sol
kıyısı ile Tisa nehri arasında kalan bölge tarihi Baçka bölgesi olarak adlandırılıyordu. Tisa nehrinin doğusu ise
Banat olarak bilinir (dönüş yolunda bu bölgeden geçecektik). Bu sefer Tuna’nın
sol kıyısı boyunca kuzeye doğru yol alarak Baçka
Palanka (Osmanlı döneminde Küçük Hisar, nüfus 28 bin) karşısındaki Tuna
köprüsünden Hırvatistan topraklarına İlok
(Uyluk) sınır kapısından girdik. Hırvatistan’dan 4 saatte tranzit geçmemizin
nedeni Mohaç Meydan Muharebesi alanının Hırvatistan hududuna sadece 10 km mesafede bulunması idi.
Ayrıca bu savaşa giden Kanunî Sultan Süleyman’ın ordusu da Tuna nehrinin sağ
kıyısını izlemişti. Bugün Hırvatistan’ait olan ve Slavonya (esk. Sclavonia) olarak bilinen bu topraklar 1526’da fethedilmiş
ve 1687’ye kadar 151 sene Osmanlı idaresinde kalmıştı. Yugoslavya’nın
parçalanması ile sonuçlanan son içsavaşta (1991-1995) bu bölgede kanlı
Sırp-Hırvat çatışmaları yaşanmış ve karşılıklı katliamlar yapılmıştı (Vukovar [nüfus 27 bin] şehrinde
acımasız Sırp bombardımanlarının izlerini binaların duvarlarında görmek hala
mümkün; Osiyek’te ise Hırvatlar azınlıktaki Sırpları katletmişti). Bosna’da ve
Kosova’da olduğu gibi yıllarca birlikte yaşayan insanlar burada da kan dökerek
birbirlerini boğazlamışlardı. Yol onarımları nedeniyle 83 bin nüfuslu Osijek (Roma döneminde Mursa; Mac:
Eszék; Alm: Esseg; Osmanlı yıllarında “Össek” adında sancak merkeziydi) şehrine
girmeden, çevre yolundan ve Drava köprüsünden geçerek kuzeydeki
Duboşevica-Udvar sınır kapısından Macaristan’a ulaştık.
Tuna’nın sağ
kıyısında bulunan Mohaç (Mohács)
şehrine varmadan, sol tarafta Sátorhely köyüne giden yol, birkaç kilometre
sonra bizi tarlalar arasında yer alan “Mohácsi Történelmi Emlékhely” Müzesine ulaştırdı
(Res. 7-a,b). 29 Ağustos 1526 tarihinde cereyan eden ve tarihimizde Birinci
Mohaç Meydan Muharebesi olarak bilinen çarpışmada Macar ordusu tamamen yok
edilmiş ve son Macar kralı 2. Layoş maktul düşmüştü. Bilâhare Macar toprakları
Osmanlı, Avusturya ve çifte vasal prenslik sayılan Erdel arasında paylaşılmış,
151 yıl sonra Avusturya üstün gelince tüm Macaristan (Erdel ile birlikte) 220
sene daha Habsburg İmparatorluğunun egemenliğinde kalmıştır. Müstakil
Macaristan Devleti ancak 1. Dünya Savaşının bitiminde (1918) kurulabilmiştir.
Savaş alanından çıkan silah ve insan kemikleri 1976’da bir müzede toplanmış,
2011 yılında Macar kraliyet tacını andıran bina ile son derece etkileyici açık
hava ruhlar alanı ulusal mimari yarışma sonucu inşa edilmiştir.


Res. 7: Mohaç Meydan
Muharebesi Müzesi ve ruhlar alanı
Bu alanın 30 km güneybatısında,
Nagyhársany köyü yakınında 12 Ağustos 1687 tarihinde İkinci Mohaç Savaşı
yapılmış ve Sarı Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Avusturyalılara
yenilmiştir. Bu mağlubiyet bardağı taşırmış, kızgın yeniçeriler İstanbul’a
yürüyerek 39-yıldır hüküm süren 4. Mehmed’i tahttan indirmişler ve tüm bu
yılları “altın kafes”te kapalı geçiren kardeşi 2. Süleyman’ı (45 yaşında, fakat
bedenen ve ruhen çökmüş) oturtmuşlardır.
İkinci Mohaç Savaşı Macarları heyecanlandırmamış ve kendi tarihlerinin
bir parçası olarak görmedikleri için herhangi bir anıt dikmemişlerdir.
Benzer durum Birinci ve İkinci Kosova Savaşları için
de geçerlidir. Birinci Kosova Savaşını (15 Haziran 1389) kendi faciaları olarak
unutamayan, anıtlar ve anma törenleri düzenleyen Sırplar, 60 yıl sonraki (17-18-19 Ekim 1448)
İkinci Kosova Savaşını kendileri için önemli saymamaktadırlar. Çünkü bu kez
Osmanlının karşısında Sırplar değil, Macar kralı ve müttefikleri vardı, Sırplar
ise Hıristiyan dayanışmasına rağmen tarafsız kalmışlardı. Çünkü katolik
Macarların egemenliğine girmekten korkuyorlardı. Sırp topraklarından geçen
Macar askerleri ortodoks ahaliye düşmanca davranmışlar ve zalimlikler
yapmışlardı. Bu nedenle savaş alanından kaçan János Hunyadi yakalanmış ve bir
süre tutuklu kalmıştır.
Esas
Osmanlının felâketini getiren, “Duraklama dönemi”nin bittiğini ve “Gerileme
dönemi”nin başladığını ayan beyan ortaya koyan korkunç “Uzun Savaş”tır:
“Uzun
Savaş”: Batılı tarihçiler genellikle “Great Turkish War” (1683-1699) derler. 16 yıl süren ve 4 ülkeyle
savaşan Osmanlıya karşı “Kutsal İttifak” (Holy League) oluşturuldu [Papa
İnnocentius XI gayretleriyle katolik ülkeler Avusturya, Lehistan ve Venedik,
daha sonra Rusya da katıldı]. Savaşı, iddialı ve ihtiraslı sadrazam Merzifonlu
Kara Mustafa Paşa başlattı, fakat başarısızlıkların ilk kurbanı oldu. Savaş
süresince tahtta dörder yıl arayla dört zayıf sultan değişti (4. Mehmet döneminde
1683’te başladı, 2. Süleyman [1687-91], 2. Ahmet [1691-95] ve 2. Mustafa
[1695-1703] döneminde Karlofça
Antlaşmasıyla son buldu).
1683
İkinci Viyana (Beç) Kuşatması (14.Tem.-12.Eyl.) başarısız oldu [Merzifonlu Kara
Mustafa Paşa]
1686
(2.Eyl) Budin Kalesi düştü [son beylerbeyi Abdurrahman Abdi Paşa şehit oldu]
1687
(12.Ağ.) İkinci Mohaç Savaşında yenilgi [Sarı Süleyman Paşa →
yeniçeriler İstanbul’a yürüdü ve 4.Mehmet tahttan indirildi]
1691
Salankamen Savaşında yenilgi [Sadrazam Fazıl Mustafa Paşa şehit düştü]
1694
Petrovaradin Savaşında yenilgi [Sadrazam Sürmeli Ali Paşa]
1697
Zenta (Senta) Savaşında (11.Eyl.) büyük bozgun [Sadrazam Elmas Mehmet Paşa
şehit düştü, Sultan 2. Mustafa Temeşvar’a çekildi]
1699
(26.Ocak) Karlofça Antlaşması imzalandı (Tuna’nın kuzeyinde sadece Temeşvar
Eyaleti kaldı)
Merzifonlu
Kara Mustafa Paşa (1635, Merzifon –
25.Aralık 1683, Belgrad): Köprülü Mehmet Paşa’nın evlatlığı ve damadıdır. Büyük
oğlu ve akranı Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın tüm seferlerine katılmış, onun 41
yaşındayken ölümü üzerine sadrazam olmuştur. “Uzun Savaşı” başlatan başarısız
İkinci Viyana Kuşatması dönüşünde Belgrat’ta iki cellâd idam fermanını getirince,
abdest almış, namaz kılmış ve “…şöyle
temiz bir kesiver evlâdım…” demiştir. Kellesi altın tepsi içinde sultana
getirilmiş ve Edirne’deki Saruca Paşa Camii haziresine defnedilmiştir.
Kitabesinde “…Serdarı ekrem Sadrazam Kara
Mustafa Paşa çevresini ermişlerin sardığı bir makama gitti. Çok çaba gösterdiği
bir savaşta yaptıklarından ötürü suçu yokken öldürüldü. Şimdi ebediyen kalacağı
Cennetin altıncı bahçesinden sesi duyulan bir şehit oldu…”. Kayseri -
İncesu’da kervansarayı ve hamamı, Edirne’de Arasta Çarşısı girişinde çeşmesi
bulunmaktadır.
Mohaç Müzesinden ana yola geri
döndük, Mohaç şehrine girmeden batıya saparak 40 km batıda bulunan Peç (Pécs) şehrine ulaştık. Mecsek
Dağlarının (en yüksek tepesi 682
m) güney eteklerinde, 135 m rakımda ve bereketli
Baranya ovasına hakim, 157 bin nüfuslu bu tarihi şehir bizleri şaşırttı ve mest
etti. Orta Avrupa’ya has mimarisi, sokakları, meydanları, muhteşem kiliseleri
arasında özenle korunmuş Osmanlı camileri ve hamamları başka yerde
görülemeyecek bir tablo oluşturuyordu. Şehrin tam göbeğinde, Belediye Binasının
da bulunduğu ünlü Seçeni meydanında (Czéchenyi tér) büyük kubbesiyle Gazi Kasım
Paşa Camii (Res. 8-a) herkesçe biliniyor ve her taraftan görünüyordu. 1543-46
arası inşa edilmiş olan caminin minaresi yıkılmıştı, kubbenin üzerindeki haç ve
hilâl ilginç tezat oluşturuyordu, amma velâkin adıyla sanıyla orada duruyordu.
Onarımda olduğu için içine giremedik. Fransisken sokağından (Ferencesek utcaja)
200 m
batıya yürüdük ve yol kenarında Memi Paşa Hamamı’nın korunmaya alınmış
kalıntılarını gördük. Biraz daha yürüyünce tam teşekküllü bir Osmanlı camii
çıktı karşımıza – Yakovalı Pasan Paşa Camii (Res. 8-b). Minaresi ve alemi
yerinde, halılar serilmiş ve müze olarak ziyarete açılmıştı.

Res.
8: Peç şehir merkezinde a) Gazi Kasım Paşa Camii, b) Yakovalı Hasan Paşa Camii
Osmanlı çok
benimsediği bu şehre Peçuy da demiştir. Macarlara göre şehrin adı Türklerin
“penç”, yani Farsça “beş” sözcüğünden gelmektedir. Çünkü önceki adı “Beş kilise”
anlamındayadı (Lat: Quinque Ecclesiae; Alm: Fünfkirchen). Ünlü tarihçimiz
İbrahim Peçevî’nin doğum yeridir.
İbrahim
Peçevî (1572, Peçuy – 1650, Budin):
Lala Mustafa Paşa’nın himayesinde yetişti. Estergon (1595) ve Eğri (1596)
fetihlerinde bulundu. Tokat, İstolni Belgrad ve Temeşvar defterdarlığı yaptı.
Budin’e yerleşti ve ünlü tarih kitabını burada yazdı: “Tarih-i Peçevî” (iki
cilt, 1520-1648 dönemini anlatır).
Ertesi sabah
Baranya ovasında 30 km
güneye gittik ve 10 bin nüfuslu Şikloş
(Siklós) kasabasına ulaştık. Bir zamanlar sancak merkezi olan ve iyi muhafaza
edilmiş kalesi bulunan Şikloş’ta, ana cadde kenarında kiremit örtülü çok
sevimli, bir o kadar da hüzünlü Malkoç
Bey Camiine hayran kaldık (Res. 9-a,b). Fatih’in ünlü fedaisi Malkoçoğlu ile
ilişkisi olup olmadığı bilinmeyen Malkoç Bey 1543-1565 arası burada
sancakbeyliği yapmıştı. Restore edilmişti edilmesine, içerisini de dekore
etmişlerdi, bekçisi vardı, gelip gidene kapısını açıyordu, fakat cemaati de, imamı
da olmadığı için “öksüz cami” adını koyduk. Memleketten o kadar uzakta, tenha
bir diyarda yapayalnız ve unutulmuş görünüyordu. Malkoç Bey’in ruhuna birer Fatiha
okumaktan başka bir şey elimizden gelmiyordu. Ve bu eserleri özenle koruyan
Macarlara şükran duyguları hissettik.
Res. 9:
Siklós’ta Malkoç Bey Camii ve tarihi eser olduğunu belirten Macarca mermer
levha
Tekrar Peç’e
döndük, fakat şehir içine girmeden çevre yolundan batıya yöneldik. 35 km sonra nispeten küçük
(10 bin nüfuslu), fakat bizim tarihimizde çok önemli yere sahip Zigetvar (Szigetvár) kasabasına
ulaştık. Hafif engebeli bir arazide yer alan Zigetvar’ın ünlü kalesini uzaktan
fark etmek zordu, çünkü geniş bir ağaçlık alanın ortasında kalmıştı. Bakımlı
bir park-orman olarak düzenlenmiş bölgeye patikalardan yürüyerek vardığımızda
azametli kale duvarlarını görebildik. Çevresini dolaştık ve giriş kapısını
bulduk (Res. 10-a,b). Surlar onarılmış ve korunmaya alınmıştı. Kale içerisi de düzenlenmiş
bir park halindeydi, kalabalık öğrenci grupları rehberler öncülüğünde ziyarete
gelmişlerdi. Herhalde öğrencilere 1566 yılında yaşanan şanlı bir savunma olarak
anlatılıyordu, çünkü çevredeki anıtlar ve heykeller Macar kahramanlara aitti.
Kaleyi savunan komutan Mikloş Zrinyi’nin konutu müzeye çevrilmişti, fakat
bitişiğindeki Süleyman Sultan Camii, yıkık minaresine rağmen hala ayaktaydı ve
gezilebiliyordu. İçerisi bomboştu, sadece mihrabın yeri farkediliyordu.


Res. 10: Zigetvar Kalesi – a) giriş kapısı; b) kale
içindeki Süleyman Sultan Camii
Kaleyi dolaştıktan
sonra, Zigetvar’dan kuzeye giden Kapoşvar yolunda birkaç kilometre ilerledik ve
sol tarafta Muhteşem Süleyman’ın son nefesini verdiği “Türbek” mevkiine geldik.
72 yaşındaki padişah buralara kadar yol tepmişti, kuşatma uzadıkça uzamış ve 6
Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece çadırında vefat etmişti. Sadrazam Sokullu
Mehmet Paşa ölümünü ordudan gizlemiş, fakat ertesi gün de Zigetvar Kalesi
teslim bayrağını çekmişti. Kanunî’nin naaşı hekimbaşı Kaysunizâde Mehmet Efendi
tarafından tahnit edilmiş ve içorganlarının gömülü olduğu bu yere oğlu 2. Selim
tarafından türbe yaptırılmıştı. Yüzyıllarca yerli Macarlar burasını “türbek” olarak
anmışlar, 1994 yılında Macar-Türk Dostluk Parkı şeklinde çevre düzenlenmesi
yapılmıştı. Kaleyi savunan ve yenilen Macar komutan Kont Zrinyi ile kaleyi
kuşatan ve fetheden Sultan Süleyman için ortak bir anıt inşa edilmişti (Res. 11-a,b)


Res.11: Zigetvar dışında “türbek”
mevkiinde Macar-Türk Dostluk Parkı ve Kanuni’nin iç organlarının gömülü olduğu kabir
Kuzeye doğru
yolumuza devam ettik, 67 bin nüfuslu Kapoşvar
(Kaposvár) il merkezini geçtik ve bir saat sonra Balaton Gölü kıyısına ulaştık. Tuna nehrinin batısında kalan bu
bölgeye Macarlar “Dunantul” (yani Tuna ötesi) diyorlar ve Tuna’nın doğusundaki
düzlük ovaya benzemiyordu. Hafif dalgalı bir arazide tarıma açılmış tarlalar ve
meyve bahçeleri ile bakımlı müreffeh köyler göze çarpıyordu. Orta Avrupa’nın en
büyük gölü olan Balaton’a genellikle “Macarların Denizi” denir. Güneybatıdan
kuzeydoğuya uzanan 78 km’lik uzunluğuna karşı genişliği 5-15 km’yi, derinlik
ise 12,5 m’yi geçmiyordu. Kuzeyinde orta yükseklikte Bakony Dağları uzanıyordu.
Bu dağların ardındaki “Kisalföld”ün, Küçük Macaristan Ovası’nın (aslında
Tarlalık, çünkü “föld”= tarla) artık Avusturya topraklarına kadar ulaştığını
haritadan anlayabildik. Zamanında Budapeşte’ye varabilmemiz için M7 (Zagreb-Budapeşte)
otobanına Balatonszemes kavşağından çıktık. Bu otoban Balaton’un güney kıyısını
uzaktan takip ettiği için gölü de uzaktan seyrettik. Macar krallarının taç
giydiği ve çoğunun gömülü olduğu, Osmanlı fetihlerinde sıkça zikredilen Székesfehérvár’ı (anlamı Taht-ak-hisar,
veya Slavca kökenli “İstolni Belgrad”) da uzaktan görebildik. Osmanlı döneminde
Budin’in güneyinde ve Tuna kıyısında yer alan Hamzabey köyünü (bugün
Budapeşte’nin banliyosu Erd) de otoban nedeniyle kaçırdık. Oysa burada yol
ortasında duran tek minareyi (Hamza Bey Camii’nin) çok merak etmiştik.
Otobanlar gezimize zaman kazandırıyordu, fakat seyrek olan kavşak bağlantıları
her yere girip çıkmamıza izin vermiyordu.
Macaristan’ın
başkenti Budapeşte 1,7 milyon
nüfusuyla Orta Avrupa’nın en önemli ve güzel şehirlerinden biri sayılır. Şehir
145 sene Osmanlı idaresinde kalmış ve Budin Beylerbeyliği’nin merkezi olmuştu.
Tuna nehrinin batı ve doğu yakasına yayılmıştı. Bu nedenle daha önce gördüğümüz
Filibe’ye (Plovdiv’e) benzettik. Budapeşte birleşik adını 1873’te almıştı. Daha
önceleri batı yakasındaki esas Buda (Osmanlı “Budin” demeyi tercih etmişti,
hatta “nazlı Budin” diye iltifat etmişti), kayalık tepeler üzerine yayılmış
kalesi, sarayları ve kiliseleri ile idari ve dini merkezi oluşturuyordu. Doğu
yakasında düzlük alandaki Peşte eskiden ayrı bir şehir sayılıyordu, fakat
sanayi devrimi ile hızla gelişmiş ve kalabalıklaşmıştı. Aslında gezimizin amacı
Budapeşte’yi öğrenmek değildi, zaten katılanların çoğu daha önce buraya
gelmişlerdi (çok rağbet gören Orta Avrupa turu: Prag-Viyana-Budapeşte çerçevesinde).
Bizim hedefimiz sadece Osmanlı eserleriydi, bu nedenle yarım günde otobüs
içinde panoramik bir tur yaparak nehir boyunca doğu yakasından kuzeye hareket
ederek batıdaki manzarayı (Gellert tepesini ve Özgürlük Anıtını, Buda Kalesini,
sarayları ve kiliseleri) izledik, sonra ünlü Seçeni Köprüsünden (Zincirli Köprü’den)
batı yakasına geçtik ve “Rosadom” tepesindeki Gül Baba Türbesi’ni ziyaret ettik. Arnavut kaldırımları korunmuş
dik bir yokuştan yukarı tırmandık ve Avrupa’daki en bakımlı ve en çok ziyaret
edilen Osmanlı eserini gezdik (tekke, türbe, çeşme, bahçe ve seyir terasları).
Bekçi bize türbeyi açtı ve Kanuni zamanında Budin’e yerleşen bu muhterem
Bektaşi Babasının sandukası yanında hepimiz birer Fatiha okuduk (Res. 12-a,b).


Res. 12: Budapeşte’de
Gül Baba Türbesi ve türbe içindeki sandukası
Dönüşte batı
yakasından nehir boyunca güneye indik ve karşı taraftaki muhteşem Parlamento
Binasını fotografladık. Kayalık tepelerin altından fışkıran sıcak suları
değerlendiren doğal kaplıcaları (Macarlar “fürdö” diyorlar) daha Romalılar
kurmuştu ve bu yerleşime Aquinicum, yani Suluca demişlerdi, fakat Osmanlılar
yenileyerek ünlü Türk hamamları haline getirmişlerdi (Kiraly fürdö = Sokullu
Mustafa Paşa Hamamı, Rudas fürdö = Yeşil Direkli Ilıca, Racz fürdö = Küçük
Ilıca, Csaszar fürdö = Velibey Ilıcası, Lukács fürdö, v.s.). Bazıları Spa Hotel
olarak halen hizmet vermeye devam ediyordu.
Budin
Beylerbeyliği (Eyaleti) Kanuni Sultan
Süleyman tarafından 1541 yılında kurulmuştur. 1663 yılına kadar fetihlerin
devam etmesiyle Tuna’nın kuzeyinde nispeten küçük yeni eyaletler oluşturuldu,
fakat çok uzun sürmeyen süreçlerde söz konusu eyaletler düşman eline geçti:
1) Budin
Eyaleti - 145 yıl (1541-1686)
2)
Temeşvar Eyaleti - 164 yıl (1552-1716)
3) Eğri
Eyaleti - 65 yıl (1596-1661)
4) Kanije
Eyaleti - 88 yıl (1600-1688)
5) Varad
Eyaleti - 31 yıl (1661-1692)
6) Uyvar Eyaleti - 22 yıl (1663-1685) [“Uyvar” bugün Slovakya’da
Nove Zamki şehridir, fakat Osmanlı izi kalmamıştır].
Not:
1716’dan sonra bu bölgede Tuna’nın kuzeyinde Osmanlı toprağı kalmamıştır.
Ertesi sabah
Peşte kısmındaki Kahramanlar Meydanını görerek M3 otobanından doğuya yöneldik.
Artık dönüş yoluna girmiştik ve Büyük
Macaristan Ovası’nın (Nagyalföld) kuzey kenarını takip ediyorduk. Sağımızda
uçsuz bucaksız dümdüz bir ova (eski Pannonia Denizinin dibini dolduran kumlu çökeltiler),
solumuzda ise 1000 m’yi geçmeyen Kuzey Macaristan Dağları’nın silueti görüntüye
hakimdi. Füzesabony kavşağını kaçırmamak için dikkat ettik ve buradan otobanı
terkederek 20 km
kadar kuzeydeki Eger (Eğri) şehrine
ulaştık. Bükk Dağının (zirvesi 960
m) eteklerinde 165 m rakımda kurulmuş bulunan 60 bin nüfuslu
Eger (Lat: Agria; Alm: Erlau; Slov: Jager) müstahkem kalesi, tarihi kiliseleri
ve sıcak kaplıcaları ile ünlüydü. Macar tarihinde önemli rol oynamış ve
piskoposluk merkezi olmuştu. Kanuni devrinde 1552’de kale ikinci vezir Kara Ahmet
Paşa (külliyesi İstanbul, Topkapı’da sur içindedir) tarafından kuşatılmış,
fakat ele geçirilememişti.
Géza Gárdony
(1863-1922): Macar edebiyatının çok
popüler yazarı. Dünyada 50’den fazla dile çevrilmiş olan “Egri csillagok” (Eğri’nin
Yıldızları) [İngilizceye “Eclipse of the Crescent Moon” şeklinde çevirilmiştir]
adlı kitabında 1552’deki Osmanlı kuşatmasına karşı başarılı savunma gösterenlerin
kahramanlıklarını anlatmaktadır. Kale kumandanı İstván Dobó milli kahraman ilân
edilmiştir. Kitabı okuyan binlerce turist, dünyanın her tarafından Eger’e akın
etmektedir. Géza Gárdony’nin mezarı da buradadır. “Slave of the Huns” kitabı
ise Türkiye’de “Tanrının Kılıcı Attila” başlığıyla birkaç baskı yapmıştır.
Eger’i tanıtan
bütün broşürlerde ve internet sitelerinde çok önemli görülecek eser olarak
“Minaret”ten bahsediliyordu. Orta Avrupa’nın en kuzeyindeki “Türk minaresi”
hararetle tavsiye ediliyordu. Gerçekten de 1596 yılında Sultan 3. Mehmet “Eğri
Seferi”ne çıkmış ve burasını 12 Ekim 1596’da fethetederek sonradan müstakil
eyalet haline getirmişti. 65 yıl süren (1596-1661) Osmanlı hakimiyet
yıllarından kala kala Kethûda Camii’nin sadece minaresi kalmıştı. Çok güzel
olan bu ince uzun (35 m
yükseklikte) minareye kıyamamışlar ve mimari şaheser olarak küçük bir meydanda
korumaya almışlar (Res. 13), bol bol da reklâmını yapıyorlardı. Osmanlıdan anı
olarak iki kaplıcayı (Arnaut Paşa ve Valide Sultan) da muhafaza etmişler, açık
yüzme havuzları oluşturarak halka açmışlardı. Budapeşte’ye giden Türk turist
çoktu, fakat “en kuzeydeki Türk minaresi”ni görmeye gelene pek rastlamadık [Not:
Ancak Batı Ukrayna’da eski Podolya Eyaletinin merkezi olan Kamaniçe’de (bugün
Kamyanets Podyilski) de kiliseye bitişik böyle bir “yalnız minare” bulunur.
Hangisinin daha kuzeyde olduğu tartışılmalıdır!]
.JPG)
Res. 13:
Eger’de “yalnız minare”
Tekrar M3
otobanına geri döndük ve hızla doğuya doğru yol aldık. 30 km sonra Mezökeresztes
kavşağı hizasında sol tarafta görülen aynı isimli 4,000 nüfuslu kasabaya işaret
ettik. Aslında Macarcada “mezö” (= ova) ve “keresztes” (= haç) demektir, yani
“haç-ova”. Eğri fethinden dönen Sultan 3. Mehmet, 24-25-26 Ekim 1596 tarihlerinde
burada Avusturya İmparatorunun kardeşi Maksimilian önderliğinde kalabalık bir
haçlı ordusu tarafından karşılanmıştı. Üç gün süren kanlı muharebeler
Osmanlının mutlak galibiyeti ile sonuçlanmıştı. “Haçova Meydan Muharebesi”
(Batılı tarihçiler “Battle of Mezökeresztes” derler) olarak tarihimize geçen bu
zafer, duraklama döneminde Orta Avrupa’da kazanılan son meydan muharebesidir.
Fakat Macarları doğrudan ilgilendirmediği için herhangi bir anıt dikmemişlerdi.
Bu nedenle otobanın çevresindeki tarlalara bakarak buralarda şehit düşen erleri
ve komutanları andık.
Kuzey
Macaristan’ı kateden M3 otobanını takip ettik, Tisa nehri üzerindeki köprüden
geçtik ve Macaristan’ın üçüncü büyük şehri olan 207 bin nüfuslu,120 m rakımlı Debrecen’e ulaştık. Osmanlı döneminde
küçük bir yerleşim olan Debreçin bir dönem Varad Eyaletine bağlı sancak merkezi
olmuştur. Macar bozkırı’nın (“puszta”) ortasında göçebe çobanların hayvan
pazarı olarak bilinirdi ve kayda değer Osmanlı eseri barındırmıyordu, fakat
Macarlar için Avusturya esaretinden kurtuluş mücadelesinin simgesi sayılıyordu.
Karlofça Antlaşmasından (1699) sonra Macarlar
istiklâllerine kavuşmamışlar ve Avusturya egemenliğine, dinî ve kültürel
baskıya karşı mücadele etmişlerdir. Bu hususta Osmanlıdan daima destek ve
koruma görmüşlerdir. İlk başkaldırıyı Erdel özerk bölgesinin voyvodası 2. Ferenc Rákoczi (1676-1735)
başlatmıştır. 1704-1711 yılları arasında silâhlı mücedele vermiş, Polonya,
Fransa ve İngiltere’ye sığınmış ve sonunda Osmanlı Devletinin daveti üzerine
1718’de Tekirdağ’a yerleşmiştir. 1735’te burada ölmüş, İstanbul’daki Saint
Benoit şapeline gömülmüştür. Tekirdağ’da kaldığı konak sonradan müzeye
çevrilmiştir.
1848-1849 Macar Ayaklanmasının önderi Lajos Kossuth [Layoş Koşut] (1802-1894)
özgür Macar hükümetini ve milli meclisi Debrecen’e taşımış, fakat Çarlık Rusya
ordularının müdahalesi karşısında “honvéd” (vatan savunucuları) dağılmışlardır.
Layoş Koşut Vidin’de Osmanlıya sığınmıştır (1849). Önce Şumnu’da (bu şehirde
müze-evi bulunmaktadır), daha sonra Kütahya’da misafir edilmiştir. Ailesiyle
birlikte İzmir’den Avrupa’ya gönderilen Koşut, Kırım Savaşında Rusya’ya karşı
ateşli propaganda yapmış ve Osmanlıya yardım edilmesini sağlamıştır. Bugün
Kütahya’da müzesi bulunmaktadır.
Debrecen’den
sonra güneye doğru normal asfalt yollardan devam ederek Ártánd-Bors sınır kapısından
Romanya’ya girdik ve 13 km
sonra da Oradea (nüfus 204 bin,
rakım 126 m)
şehrine ulaştık. Osmanlı tarihlerinde Varad olarak bilinen (Macarlar Nagyvarad,
Avusturyalılar Großwardein derler) bu önemli kale-şehir iki kez Osmanlılar
tarafından fethedilmiş, hatta 1661-1692 yılları arasında (31 yıl) müstakil “Varad Eyaleti”nin merkezi olmuştu,
fakat herhangi bir Osmanlı eseri günümüze ulaşmamıştır. Çok müstahkem olan
kalesi 1692 yılında 14-aylık bir kuşatma sonrası Avusturya’nın eline geçmişti.
“Uzun Savaş” öncesi Kuzey Macaristan’da (bugün
Slovakya) bulunan Protestan Macarlar koyu katolik Avusturyalıların baskısına
karşı gizli Wesselény örgütü kurdular. Silâhlı ayaklanma başlatanların başına
1678’de İmre Thököly (1657-1705)
geçti ve Osmanlıdan destek istedi. Varad beylerbeyinin askeri yardımıyla, Kassa
(bugün Slovakya’da Košice) merkezli, Osmanlıya bağlı “Orta Macar Prensliği”
(Principality of Upper Hungary) kuruldu (1683). 1690’da İmre Thököly Erdel
Prensliğinin başına getirildi ve birçok çarpışmada (Salankamen, 1691; Senta,
1697) Avusturyalılara karşı Osmanlının yanında savaştı. Karlofça Antlaşmasından
sonra Osmanlıya sığındı, önce İstanbul’da, 1701’den sonra İzmit yakınlarında
Karatepe köyünde oturdu ve burada öldü. Bugün İzmit, Karatepe’de “Tekeli İmre anı
evi” açılmıştır.
Oradea şehir
merkezinden ve Crişul Repede nehri üzerindeki köprüden geçtikten sonra Crişana
bölgesinde 118 km
güneye doğru yol aldık ve Arad
(nüfus 164 bin, rakım 117 m)
şehrine ulaştık. 1552’de Temeşvar’la birlikte fethedilen Arad küçük bir
yerleşim yeri idi, fakat Mureş nehri
üzerinde stratejik öneme sahip sağlam bir kalesi bulunuyordu. Roma döneminden
kalma “Traianus Köprüsü”nü Osmanlı onartmıştı. Arad’ın doğusunda bulunan Lipva
(Lipova) ve Yanova (İneu) kaleleri Osmanlılar ile Avusturyalılar arasında
birkaç defa el değiştirmişlerdi. Karlofça Antlaşmasından sonra Arad kalesi
Avusturya’da kalmış, sınır-gümrük noktası olarak hızlı bir gelişme kaydetmişti.
Macarlar için özel bir önemi vardır – 1849’da ihtilâlci 13 Macar general Ruslar
tarafından burada infaz edilmişti (“13 Martyrs of Arad” anıtı şehir
merkezindedir).
Arad şehri içinden tranzit geçtik, kalesini ve
Mureş nehrini otobüsten gördük ve çıkıştan sonra Romanya’nın A1 otobanına
girdik. 50 km
güneyde yer alan 319 bin nüfuslu, 90
m rakımlı Timişoara (Macarlar Temeşvár,
Osmanlılar Tamışvar demişlerdi) için otobandan çıkmak mecburiyetinde kaldık,
çünkü AB tarafından inşa edilmekte olan A1 otobanı (“Bükreş-Budapeşte otobanı”)
şehir merkezinden geçmiyordu. Banat bölgesinin merkezi ve Romanya’nın ikinci
büyük şehri olan Timişoara 164 yıl Osmanlı idaresinde kalmıştı. Tuna’nın
kuzeyinde en son terkedilen (1716) eyalet merkezi idi. Çok verimli Banat
Ovasında zengin bir tarım ve ticaret merkezi olmuştur. 17. yüzyılda Evliya
Çelebi Tamışvar’ın camilerini, kervansaraylarını, medreselerini, hanlarını ve
hamamlarını anlatmakla bitiremez. Fakat bugün bu eserlerden hiçbiri ayakta
değildir. Zaten Avusturya eline geçen Varad ve Arad gibi Temeşvar’da da
müslüman hiç kalmamış ve Osmanlıyı hatırlatacak eserler yokedilmiştir. Tamamen
Avusturya (Viyana) stilinde yeni binalar, yollar, meydanlar ve kiliseler inşa
edilmiştir. Asırlarca Macar yurdu sayılan bu topraklar, 200 yıllık Avusturya
egemenliğinden sonra, 1. Dünya Savaşında (1918) bu imparatorluğun dağılması
sonucu Romanya’ya verilmiş, fakat önemli miktarda Macar azınlık hala
barındırıyordu. Ortodoks Hıristiyan olan Romenler de 100 yıldan bu yana kendi kilise ve anıtlarını dikerek eskiden
beri asli unsur olduklarını kanıtlamak gayretleri içerisindeler. Timişoara’da
konaklamak için Boca Junior Hotel’ine yerleştik. Bir günde 518 km yol kattetiğimiz için
çok yorgunduk ve akşam yemeğinden sonra hemen yattık.
Temeşvarlı
Osman Ağa (1670-1725?): “Uzun Savaş”
yıllarında askere alınmış ve Arad yakınında Avusturyalılara esir düşmüştür. 12
yıl esir olarak Viyana’da çalıştırılmış ve Almanca öğrenmiştir. Karlofça
Antlaşmasından sonra Temeşvar’a dönmüş, 1716 yılında Temeşvar’ın ve 1717
yılında Belgrad’ın düşmesine tanık olmuştur. Önce Vidin’e, sonra İstanbul’a
gitmiş, dil bilgisi sayesinde “dragoman”lık yapmış ve hatıralarını yazmıştır:
“Gâvurların Esiri” (1724) ve “Nemçe Tarihi”. Düşman tarafındaki esirlik
yıllarını anlatan tek Osmanlı müellifidir.
Ertesi sabah
Timişoara merkezinde otobüsle bir tur attık, fakat her yerin kapalı, yolların
da boş olduğunu görünce günlerden 1 Mayıs olduğunu anladık. Meğer İşçi Bayramı
eski sosyalist ülkelerde hala tatil günüymüş, amma ortalıkta ne işçiler, ne de coşkulu
yürüyüşler vardı. Oysa komunist diktatör Nikolae Çauşesku’ya (Nicolae
Ceausescu) karşı 17 Aralık 1989’da halk ayaklanmasını başlatan Timişoara
işçileriydi. Şehir merkezinde çok büyük bir alan motorlu araç trafiğine
kapatılmış olduğu için yaya dolaşmayı göze alamadık.
Aslında Timiş (Macarlar Temeş derler, Osmanlı
Tamış demiştir) nehri şehre adını vermiş olmasına rağmen, bugünkü şehrin 15 km güneyinde kalmıştır.
Taşkın önleme çalışmaları sonucu, şehrin içinden akan suyolu “Bega kanalı”dır.
Daha önce varolan Bega nehrinin 44 km’lik kısmı taş döşenmiş yatağa alınmış ve
Lugoj yakınlarında Timiş nehriyle irtibat sağlanmıştır. Bega kanalı Sırbistan
Banat’ında da devam etmektedir.
Timişoara
şehrinden, E70 yolunu takip ederek doğuya yöneldik. Bega kanalına paralel
seyrederek 60 km
sonra, 120 m
rakımlı ve 37 bin nüfuslu Lugoj’a
(Osmanlı Logoş demiştir) kentine geldik. Çevre yolundan Lugoj’u dolandık ve
güneydoğu istikametinde, artık Timiş nehrine paralel yükselmeye devam ettik. 42 km sonra, 204 m rakımlı ve 28 bin
nüfuslu Caransebeş (Osmanlı
kaynaklarında sadece Şebeş denir) kasabasını da çevre yolundan by-pass
ettik. Batı Karpat Dağlarını kuzeyden
güneye aşan uzun koridora girdik. Coğrafyacılar “Timiş-Cerna gap” derler,
Osmanlı “Mehadiye geçidi” demiş, Erdel ve Macaristan seferlerinde kullanmıştır.
Karansebeş’te başlayıp Orşova’da sonlanan bu 92 km uzunluğundaki doğal
geçit 550 m’lik azami irtifası ile tarih boyunca en uygun kuzey-güney güzergâhı
olmuştu. Roma imparatoru Traianus da ünlü Dacia seferlerinde güneyden kuzeye
doğru buradan geçmişti. Son Osmanlı-Avusturya Savaşında, 1788’de Mehadiye ve
Şebeş (Caransebeş) Muharebeleri bu dağların arasında kazanılmış, 1791 Ziştovi
Antlaşmasından sonra da Avusturya artık Osmanlıya savaş açmamıştı.
Dacia (Daçya, Grek telâffuzu Dakiya’dır) bölgesi, Tuna
nehrinin kuzeyinde bulunan tek Roma Eyaleti olmuştur. Traklara akraba oldukları
kabul edilen Daklar burada krallık kurmuşlar ve Tuna’nın güneyindeki Roma
topraklarına sık sık akınlar düzenlemişlerdir. İmparator Traianus’un M.S. 101
ve 106 yıllarında düzenlediği ünlü Daçya seferleri sonunda Dakların kralı
Decebalus intihar etmiş ve bölge Roma eyaleti haline getirilmiştir. “Daçya
fatihi” unvanı alan Traianus’un savaşları Roma kent merkezindeki ünlü “Trayan
sütunu”na kabartmalarla işlenmiştir. Romalılar Daçya’dan tonlarca altın, gümüş
ve bakır çıkarmışlar ve başkente taşımışlardır. Ancak diğer barbar kavimlerin
hücumlarına karşı koyamayan imparator Aurelianus M.S. 271 yılında bu toprakları
boşaltmış ve Tuna’nın güneyine çekilmiştir. Yüzyıllar geçmesine rağmen bu
bölgenin karmaşık kavimlerden oluşan insanları Latince konuşarak birbirleriyle
anlaşabilmişlerdir. Bugünkü Rumence’nin temelinde Latince bulunmaktadır. 1861’de
birleşen Valachia (Eflâk) ve Moldavia (Boğdan) prenslikleri “Romania” adını
almışlardır. Halen kendilerini Roma İmparatorluğunun uzantısı ve kültürel
mirasçısı saymaktadırlar.
Demirkapı
Boğazı: Sırbistan ile Romanya
arasındaki sınırı belirleyen Tuna Nehri, ünlü Demirkapı Boğazını (Sırplar
“Cerdab”, yani Türkçeden esinlenen “girdap” anlamında, Romenler “Portile de
fier”, Macarlar “Vaskapu” derler) aşarak Aşağı Tuna Ovalarına iner ve
Dobruca’nın kuzeyinde geniş bir delta yaparak Karadeniz’e dökülür. Avrupa’nın
ve Tuna nehrinin en uzun ve en dar boğazıdır (uzunluğu 134 km’yi bulur, en dar
yeri 80 m,
en derin yeri 55 m)
ve 1972’de inşa edilen Demirkapı Barajı
Sırbistan ve Romanya tarafından müştereken inşa edilmiştir.
Res. 14: Orşova-Severin yolundan Demirkapı baraj gölü ve Hidroelektrik
santrali
Cerna (Çerna)
nehrinin Tuna’ya kavuştuğu yerde bulunan Orşova
kasabası 1972 yılında hizmete giren “Demirkapı-1” (Portile de fier; Cerdap)
hidroelektrik santralinin baraj sularının 20 m yükselmesi nedeniyle batıdaki bir tepeye
taşınmıştı, fakat nüfusu da yarı yarıya azalmıştı (nüfus: 9,600, nehir seviyesi
eskiden 42 m,
bugün 62 m
rakımda) (Res. 14-a,b).
Eski Orşova hizasında, Tuna nehrinin ortasında bulunan
ve sadece Türklerin yaşadığı Adakale
(1923’e kadar Osmanlı toprağı) adası da baraj gölü sularına gömülmüştü. Buradaki
Türkler ise ya Türkiye’ye, ya da Romanya’nın başka bölgelerine taşınmışlardı. Az
bilinen ilginç bir tarihi vardı Adakale’nin: 1878 Berlin Konferansında Osmanlı
toprakları Sırbistan ve Romanya arasında paylaştırılırken Tuna nehri iki ülke
arasında sınır kabul edilmiş, fakat Tuna ortasındaki Adakale unutulmuştu.
Antlaşma imzalandıktan sonra eksiklik fark edilmiş, artık yapacak bir şey
olmadığı için 55 yıl daha Osmanlı’da kalmıştı. O yıllarda Adakale çok popüler
turistik merkez olmuştu – Viyana’dan kalkan lüks gemiler Tuna boyunca geziler
düzenliyor ve mutlaka “oriental” görünümlü Osmanlı adasına (Adakaleh) da
uğruyorlardı. Bu ada Türkiye Cumhuriyeti ile Romanya Krallığı arasında sorun
oluşturmuş ve diplomatik gerginlikler sonrası Romanya’ya terkedilmişti.
Tuna kenarında
güzel bir yemek molası verdikten sonra, 71 m rakımlı (nehir seviyesi 40 m) ve 92 bin nüfuslu Severin (bugün Drobetta-Turnu Severin,
Roma dönemindeki adı Drobetta, Mac: Szörenyvar) içinden tranzit geçtik.
1233-1524 yılları arasında Macaristan Krallığına bağlı Severin Banlığı’nın
merkezi olmuş, 1524 ile 1829 arası Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Roma
imparatoru Traianus’un Dacia seferleri esnasında Tuna nehri üzerinde
M.S.103-105 yılları arasında inşa ettirdiği “Trayan Köprüsü” dünya mühendislik
tarihine bir şaheser olarak geçmiştir. Hun akınları esnasında (M.S. 445) Attila
tarafından yıktırılmıştır.
“Küçük Eflâk”
diye bilinen engebeli Oltenya Ovası’ndan geçerek Tuna kıyısındaki Kalafat’a (nüfus 21 bin, Tuna seviyesi 35 m) ulaştık. Kalafat’a
girmeden, çevre düzenlemeleri hala devam eden, fakat hizmete açılmış bulunan “yeni
Tuna Köprüsü”nden Bulgaristan’a girdik ve çevre yollardan dolaşarak Vidin
şehrine vardık. Bulgaristan’ın kuzey-batı köşesinde yer alan 48,000 nüfuslu ve
nehir rakımı 35 m
olan Vidin (Romalılar Bononia, Mac:
Bodony, Alm: Widdin), daha Yıldırım Bayezid döneminde, ünlü Niğbolu (Nikopol)
Zaferinden hemen sonra (1396 sonu), Osmanlı tarafından ilhak edilmiş, Vidin
Bulgar devletine son verilmiş ve sancak merkezi yapılmıştı. İlk Eflak ve Erdel
seferlerine buradan girişilmişti. 1846-64 arası ise vilâyet merkezi olmuştu.
Tuna’nın sağ kıyısındaki ünlü kalesi (“Baba Vida”) 482 yıl Osmanlının müstahkem
mevkii olmuş, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde müşir Osman Nuri Paşa’nın
komutasındaki Batı Tuna Ordusu burada konuşlanmıştı. Ondan 100 yıl önce ise
Vidin başka bir Osman ismi ile tarihimize geçmişti. Merkezi iktidarın
zayıfladığı 18. yüzyıl sonlarında, yerli bir isyankâr âyan olan Pazvantoğlu
Osman, Tuna boylarındaki yamakları (sınır muhafızlarını) kendi emri altında
birleştirerek yıllarca İstanbul’dan bağımsız bu havaliye hükmetmişti.
Vidinli
Osman Pazvantoğlu (1758, Vidin –
1807, Vidin): Bosna kökenli olup, dedesi Sofya’da “pazvant” (bekçi) idi.
Vidin’de askerlik yapan babası 1787-92 Osmanlı-Rus Savaşında bir
ayaklanmaya karıştı ve idam edildi.
Osman “yamak” (sınır muhafızı) olarak kayıt oldu, kısa sürede Vidin ve Belgrad
yamaklarını organize ederek kendi başına Tuna boylarına hükmetmeye başladı.
Gönderilen Osmanlı ordularını yendi, Niğbolu, Sofya, Belgrad ve Varna
sancaklarını talan etti, Bükreş üzerine yürüdü. Sultan 3. Selim çaresiz
kendisini vezir yaptı ve Vidin Valisi olarak atadı (1798). 1800, 1804 ve
1806’da tekrar merkezi iktidara karşı çıktı, 1807’de felç geçirdi ve 27. Ocak
tarihinde öldü. Vidin’de camisi ve kütüphanesi ayakta olup, yaptırdığı Askeri
Kışla da restore edilerek Tarih Müzesi olarak kullanıma açılmıştır.
Bir pazvant
(bekçi) oğlu olup, sınır muhafızlığından yetişen bu şahsın Tuna boylarında iki
katlı özel bir kütüphane inşa ettirmesi takdire şayan bir olaydır. Tuna
kenarındaki geniş park içerisinde bulunan Osman Pazvantoğlu kütüphanesini ve
camisini gördükten sonra doğuya doğru yola koyulduk (Res. 15-a,b).
Res. 15: Vidin’de Osman Pazvantoğlu
camisi (a) ve kütüphanesi (b)
Batı Balkan
Dağlarının kuzey eteklerini takip eden asfalt yol Bulgaristan’ın (ve Avrupa
Birliğinin) en fakir bölgesinden geçiyordu. İşsizliği çok yüksek, ekonomisi
sürekli gerileyen, boşalmış köyleri ve yaşlanmış nüfusu ile terkedilmişlik
izlenimi veriyordu. Yol boyunca müthiş bir yağmur altında saatlerce otobüsten
dışarı çıkamadık, 43,000 nüfuslu, 135
m rakımlı Montana
(eskiden Mihaylovgrad, daha önce Ferdinand, Osmanlı döneminde Kutloviçe adında
bir köy idi), 60,000 nüfuslu, 344
m rakımlı Vratsa
(İvraca) ve 24,000 nüfuslu, 395 rakımlı Botevgrad
(Orhaniye) asfaltını takip ettikten sonra kuzeye yöneldik ve Lukovit (nüfusu 9,600, rakımı 171 m) kasabasında yol
kenarındaki Diplomat Plaza Hoteli’nde son gecemizi geçirdik. Aşırı yorgunduk (566 km yol katetmiştik),
yağmur durmadan devam ediyordu ve karanlık çoktan bastırmıştı. Fakat
misafirperver hotel personeli, geç saat olmasına rağmen, bizi doyurdu ve
rahatlattı.
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra 50 km kuzeyde bulunan Pleven (Türkler Plevne demişlerdir) şehrine gittik. Tuna kıyısından
40 km
güneyde ve Balkan Dağlarının 60
km kuzeyinde yer alan 106 bin nüfuslu, 116 m rakımlı Plevne, Kuzey
Bulgaristan’ın üçüncü büyük şehriydi (Varna ve Rusçuk’tan sonra). Niğbolu
Savaşından (25 Eylül 1396) sonra fethedilen bu bölgede, kalesi ve savunması
olmayan bu küçük tarım kasabası Gazimihaloğlu Ali Bey’in hissesine düşmüştü.
Evlâdı Fatihan sayılan Mihaloğullarının mirasçıları şehri imar etmişler,
camiler ve mescitler kurmuşlardı. Fakat
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşına kadar önemsiz bir taşra kasabası olarak kalmıştı.
Plevne’de halâ Türkler yaşıyordu ve ibadet edebilecekleri bir camileri vardı
(Res. 16-a,b). Önce bu camiyi bulduk, cami imamı Recep Hoca çok sevindi, camiyi
gezdirdi, caminin 1825 yılında, yani Plevne Savaşlarından çok önce, inşa
edilmiş olduğunu gururla belirtti.
.JPG)

Res. 16:
Plevne’de ibadete açık, 1825 tarihli Türk Camisinin dış görünümü (a) içten
mihrabı ve minberi (b)
1877-78
Osmanlı - Rus Savaşı (93-Harbi): Son
Osmanlı-Rus Savaşı (Birinci Dünya Savaşı hariç) olup, Sultan 2. Abdülhamid
dönemine (1876-1909) rastlar. Romanya Prensliği, Sırbistan ve Karadağ da
Rusya’nın yanında savaşa katıldılar. Rusya ve Romanya birlikleri 21.Haz.1877’de
Ziştovi batısında Tuna’yı aştılar, Niğbolu ve Tırnova’yı aldılar ve
17.Temmuz’da Balkan Dağlarındaki Şipka Geçidini ele geçirdiler – 6 ay süren Şipka Muharebelerinde
(17.Tem.1877-9.Ocak1878) Osmanlı’nın Balkan Ordusu başarısız oldu ve Plevne’de
kuşatmaya direnen Osman Paşa’nın yardımına gidemedi. Vidin’den hızla doğuya
ilerleyen Batı Tuna Ordusu Plevne kasabası çevresinde mevzilendi (40,000 asker
ve 58 top) ve 5 ay çok üstün Rus-Romen Ordusuna (150,000 asker ve 176 top)
direndi [Gazi Osman Paşa’nın Plevne Savunması, 20.Tem.-10.Aralık
1877]. Plevne’nin düşmesinden sonra Sofya, Plovdiv, Edirne, Çorlu, Tekirdağ ve
Dedeağaç işgal olundu. Rus Ordusu Yeşilköy’e kadar ilerledi. Çaresiz kalan
Osmanlı Devleti burada Ayastefanos Antlaşmasını imzaladı (3.Mart 1878), [“3
Mart” hala Bulgaristan’ın resmi bayramı sayılır]. Rusya’nın büyümesinden
telâşlanan Avrupa Devletleri bu antlaşmayı reddettiler ve Berlin Konferansını
düzenlediler (13.Haz.-13.Tem.1878). Berlin Antlaşmasıyla (13.Tem.1878) Osmanlı
Devletinin toprak kayıpları azaltıldı, fakat Osmanlıya şeklen bağlı Bulgaristan Prensliği (Sofya ve Kuzey
Bulgaristan); Balkan Dağlarının güneyinde Filibe merkezli ve Bulgar vali
tarafından idare edilen Doğu Rumeli
Vilayeti kuruldu. Romanya Kuzey Dobruca’yı, Sırbistan Niş havalisini,
Karadağ da bazı komşu toprak parçaları alarak genişlediler.
Savaşın başında Rus-Romen ordularının Sviştov (Ziştovi) yakınlarında
Tuna nehrini geçmeleri üzerine Vidin’den harekete geçen Osman Paşa
komutasındaki Batı Tuna Ordusu bir hafta içinde Plevne’ye gelebilmiş ve
çevredeki tepelere istihkâmlar kazarak savunma hatları oluşturmuştu. 20 Temmuz
ile 10 Aralık 1877 arasında 5 ay olağanüstü başarılı bir savunma sergileyen
Osman Paşa, Plevne adını bütün dünyaya duyurmuştur.
Gazi Osman Paşa (= Osman Nuri Paşa) (1832, Tokat – 1900, İstanbul):
Beşiktaş Askeri rüştiyesini, Kuleli Askeri idadisini ve Harbiye mektebini
bitirdi. Kırım Savaşında teğmen, Girit isyanında miralay, Manastır’da paşa
olarak görev yaptı. 1876’da Sırbistan savaş ilan edince Vidin komutanı olarak
Zayçar’ı aldı ve müşir oldu. 93-Harbi başlangıcında Batı Tuna Ordusu komutanı
olarak 6 günde ordusunu Vidin’den Plevne’ye getirdi. Beş ay üstün bir direniş
gösterdi ve 10. Aralık 1877’de teslim oldu. Savaş sonrası “Gazi” ünvanı verildi
ve 2. Abdülhamid’in askeri danışmanı oldu. 68 yaşında İstanbul’da vefat etti,
Fatih Camii avlusunda türbesini sultan yaptırdı. İstanbul’da bir ilçe, Tokat’ta
bir üniversite adını taşımaktadır. Plevne marşı bestelendi “…Tuna nehri akmam diyor / etrafımı yıkmam
diyor / şanı büyük Osman Paşa / Plevne’den çıkmam diyor…”
Plevne camiini ziyaret ettikten sonra, şehrin güneyinde bir tepenin
üzerinde Bulgar ve Rus ressam ve mimarların eseri olan “Panorama” müzesini
gezerek Plevne Savunması hakkında görsel bilgi aldık. Müze rehberinin
naklettiği bilgiler rencide edici değildi, Osman Paşa’dan saygı ile
bahsediyordu. Yine de Türk ziyaretçilerin bu ortamda duygulanmaması mümkün
değildi, herkes düşünceli ve gözü yaşlı idi.
Artık Edirne’ye dönmek üzere yola
çıktık. 37 km
güneydeki Loveç (Lofça) şehrinin
yanından geçtik. Osmanlı döneminde bu bölgenin idari, ticari ve kültür merkezi
olan Lofça şimdilerde Plevne’nin gerisinde kalmıştı (nüfusu 36,600, rakım 200 m). Buradan geçerken çok
önemli bir devlet adamımız olan Cevdet Paşa’yı anmadan edemedik.
Ahmet Cevdet Paşa (1822, Lofça – 1895, İstanbul): İlk öğrenimini
Lofça’da gördü. İstanbul’da Fatih Medresesinde okudu. Arapça, Farsça ve
Fransızca öğrendi. Bulgarca da biliyordu. Türkçenin ilk gramer kitabını yazdı.
Müderris ve Encümen-i Daniş (Bilim Akademisi) üyesi oldu. 12 ciltlik “Tarih-i
Cevdet” kitabını yazdı, devletin resmi tarihçisi oldu. Asker kökenli olmamasına
rağmen 1866’da “paşa” unvanı verildi. 1868-78 arası onun başkanlığında çalışan
bir kurul “Mecelle” (Codex civilis) derlemesini tamamladı – asırların İslâm
hukuku kitaplaştırıldı. 1926’ya kadar Osmanlı-Türk hukukçularının temel başvuru
kitabı oldu (1851 madde). Defalarca adalet, eğitim ve vakıflar bakanlığı yaptı.
1895’te vefat etti ve Fatih Camii bahçesine defnedildi. Büyük kızı Fatma Aliye
ilk kadın roman yazarımızdır. Küçük kızı Emine Semiye ise gazeteci, siyasetçi
ve kadın hakları savunucusudur.
Lofça’dan sonra güneye doğru devam
ettik, fakat önümüzde kapkara bulutlara bürünmüş Orta Balkan Dağları’nın
silsilesi, geçit vermez bir duvar gibi yükseliyordu. Gerçekten de 2000 m’yi
aşan zirveler (2376 metrelik Yumrukçal Tepesine şimdi Botev Tepesi deniyordu)
arasında zor ve yüksek geçitler aşırı yağmurlu havalarda tehlike arzediyordu.
Balkan
Dağları (Bulg/Sırpça: Stara Planina =
Eski dağ; Lat: Haemus = Hemus; ← Gr: Aimos= Kanlı dağ) çok düzgün
bir sıradağ silsilesidir. Karadeniz kıyısında Emine (esk. Emona) burnundan
batıya doğru (Timok nehri vadisine kadar) 560 km uzunluğunda,
genişliği 20-50 km
arasında, yüksekliği ise yer yer 2000 m’yi aşar. Sofya Ovasının kuzey sınırını
oluşturduktan sonra, kavis yaparak kuzeye (Vidin’e) doğru yönelir ve alçalarak
Tuna kıyısına ulaşamadan kaybolur. Üç coğrafi kısma ayrılır: Doğu Balkan (Karadeniz’den
İslimiye’ye kadar); Orta Balkan (Sofya hizasında İskır nehri kanyonuna kadar)
ve Batı Balkan (Sırbistanla sınır oluşturur). Osmanlı döneminde Türk nüfus
yoğun olarak nispeten alçak (500-700
m), fakat yelpaze şeklinde yayılmış olan Doğu Balkan Dağının
vadilerine ve yaylalarına yerleşmiş, buralara “Kocabalkan” demiştir. Batıya
gittikçe dağ silsilesi yükselir ve Türk nüfus da gittikçe azalır. Balkan
Dağları Bulgaristan’ı net biçimde Kuzey ve Güney Bulgaristan şeklinde ayırır. Güney
yamaçları dik ve yalçın olduğu için kesintisiz
bir duvar izlenimi verir (Osmanlılar “balkan” adını vermişlerdir). Kuzey
etekleri eğimli olup bazı tepelikli yükseltilerle Tuna nehrine kadar devam eder
– dalgalı Tuna Düzlüğü, ortalama
rakım 100-200 m,
batıda 40 km’den doğuda 200 km’ye kadar genişler. Plevne, Lofça, Selvi ve
Tırnova şehirleri bu coğrafi bölgede yer alırlar.
Roma İmparatorluğu döneminde bu bölge Provincia “Moesia İnferior”, Aşağı Meziya Eyaleti olarak teşkilâtlandırılmıştı (Tuna Düzlüğü’nü,
Deliorman’ı ve Dobruca’yı kapsıyordu). Bugün küçük bir akarsu olan Tsibritsa
deresi Yukarı Meziya ile sınır kabul edilmişti. Günümüzde bu Roma eyaletinin
büyük bir kısmı Kuzey Bulgaristan’da, küçük bir parçası Romanya topraklarında kalmıştır.
Tekrar Balkan’ın kuzey eteklerini takip eden E772 ulusal yolda,
yağmurdan kaçarcasına hiç durmadan 80 km doğuya gittik, 27,000 nüfuslu, 230 m rakımlı Sevlievo
(Selvi) ve 70,000 nüfuslu, 220
m rakımlı Veliko Tırnovo (Tırnova, ki tarihi bir şehir
olup 2. Bulgar Devletinin başkentidir ve
1393’te Osmanlı tarafından fethedilmiştir) şehirlerine girmeden, en uygun ve
güvenli sayılan Hainboğaz’a (şimdi “Prohod
na Republikata”, azami yükseklik 700
m) girdik. Batıdan gelen şiddetli yağmura yakalanmadan
45 dakikada kendimizi Güney Bulgaristan’da, yani Balkan Dağlarının güneyinde,
Tunca Vadisinde bulduk. Burada hava açık ve nispeten daha sıcaktı. Evimize
gelmiş gibiydik, çünkü Trakya’da sayılırdık ve gördüğümüz Tunca nehri de bize
tanıdık geldi - önünde sonunda Edirne’den geçecekti. Fakat önümüzde küçük bir
engel daha vardı – bu kesimde 400 m’yi aşmayan Sredna Gora Dağı (atalarımız
Karacadağ demişlerdi).
Sredna
Gora (Osmanlı döneminde Karacadağ),
Balkan Sıradağlarının güneyinde ve paralel seyreden daha alçak (en yüksek
noktası 1600 m)
ve daha kısa (yaklaşık 200 km)
ormanlık dağ silsilesidir. Karadeniz kıyısına ulaşmaz ve Sofya Ovasının
doğusunda sonlanır. Bulgarca “Ortadağ” demektir ki, Balkan dağları ile Rodop
dağları arasında olduğu ifade edilir. Fakat Balkan dağları ile arası 20-30 km genişliğinde dar bir
çöküntü (Balkanaltı Vadileri) ile sınırlanmışken, Rodop dağları 80-100 km güneyde olup geniş
Yukarı Trakya Ovası veya Yukarı Meriç Ovası ortaya çıkar. Sredna Gora’nın doğu
kesimleri çok alçaktır ve Sliven (İslimiye) yakınlarında kaybolur.
Balkanaltı
Vadileri (Bulg: Podbalkanski poleta) iklimi yumuşak,
kuzey rüzgarlarından korunaklı, akarsuları bol verimli topraklardır. En yüksek
Balkan tepelerinden inen Tunca suları doğuya doğru akarak en geniş Balkanaltı
vadisini (Tunca vadisini = Gül Vadisini) kateder ve Sliven yakınlarında 90
derece viraj yaparak güneye yönelir. Osmanlı döneminde bu vadilere yoğun Türk
nüfusu yerleşmiş ve Edirne’den getirdikleri, gülyağı verimi yüksek olan gül
bahçeleri ekmişlerdi. Tarihi olarak Balkanaltı Vadileri Traklara ev sahipliği
yapmış ve Odris Krallığının başkenti (Sevtopolis) burada kurulmuştur (bugünkü
Kazanlık şehrinin güneyinde).
Tunca’nın sularını biriktiren Jrebçevo Baraj gölünün kıyısını takip
ederek Karacadağı’nın güneyinde yayılan bereketli Zagora (Türkler “Zağra” adını
vermişlerdi) Ovasına ulaştık. Daha 1365 yıllarında Lala Şahin Paşa tarafından
Osmanlı topraklarına katılan bu ovanın ortasına Yeni Zağra (veya Zağra Yenicesi) kasabası Türkler tarafından
kurulmuştu. Saruca Paşa ilk banisi olmuş ve bir cami yaptırmıştı (Saruca Paşa
Camii). 2. Bayezit döneminde başvezir Hadım Ali Paşa da güzel bir hamamla bu
yerleşimi mamur etmişti, fakat komunist dönemde bu eserler yıktırılmıştı. Bugün
Nova Zagora (nüfus 23,000, rakım 131
m) diye adlandırılıyordu. Bu şehrin 8 km kuzeyindeki Karanovo
tümülüsü Balkan pre-historia’sı (tarihöncesi) bakımından çok ünlüdür. M.Ö.
6,000’li yıllardan itibaren düzenli bir yerleşme gösteren Trak-öncesi neolitik
bir kültürün zengin buluntuları ortaya çıkartılmıştır. Aynı şehrin 10 km güneydoğusunda ise Grafitovo
köyünün ardında yükselen Adatepe’nin zirvesinde Osmanlı döneminden kalma “Kıdemli
Baba” tekkesi ve türbesi yer alıyordu, fakat uygun yolu olmadığından tırmanmayı
göze alamadık.
Trafik levhaları Svilengrad istikametinde, henüz haritalarda bile yer
almayan yeni bir güzergâha işaret ediyordu. Sakar Tepeliklerinin batı
kıyısından geçen bu güzergâh köylerarası yolların asfaltlanmasıyla oluşturulmuş,
fakat bazı bölümleri henüz tamamlanmamış, benzin istasyonları ve mola yerleri
yapılmamıştı. Fakat yol epeyi kısalmıştı. Belli ki Kapıkule’den sonra kuzeye
(Tuna üzerindeki Rusçuk Köprüsüne) giden en kısa yol olarak Türk TIR
taşımacılığına hizmet edecekti. Çok kısa sürede kendimizi Svilengrad’ın
kuzeyinden geçen otobanda bulduk ve 10 km sonra da Kapıkule’ye ulaştık. Tam tamına
bir hafta (7 gün) süren tarih ve coğrafya gezimiz tamamlanmış, unutulmaz
anılarını yıllarca hatırlayacaktık (Res. 17).
Teşekkür: Bu gezinin teknik ve mali organizasyonunu üstlenen
ERAKMAN Seyahat Acentası’na, emeğini esirgemeyen Acenta Yetkilisi Sn. İhsan
Aksoy’a ve müdür Sn. Cüneyt Amaş’a teşekkür etmeyi borç biliriz.
Res.
17: Geziye katılan ekibimizin ilk gününde çektirdiği toplu resim (Sofya, 26
Nisan 2014)