21 Mart 2015 Cumartesi

“ADRİANOPOLİS” Mİ, “HADRİANOPOLİS” Mİ ?

     Edirne şehrinin Roma İmparatorluğu yıllarındaki adı günümüzde nasıl yazılmalıdır – “Adrianopolis” mi, yoksa “Hadrianopolis” yazılışı mı doğrudur ? Fark etmiyor, nasılsa anlaşılıyor, her ikisini de eşanlamlı kullanabiliriz mi ? Daha kısacası, kelimenin önüne “H” yazılmalı mı, yazılmamalı mı ?
            Önce kelimenin kökenine bakalım: birleşik bir ad olarak “Hadrian-o-polis” anlam bakımından “Hadrianus kenti” demektir, çünkü Grekçe’de (yani eski Yunancada) “polis” kent veya şehir anlamında kullanılırdı. Ortada yer alan “-o-“ ise birleşik sözcüklerin türetilmesinde kullanılan kaynaştırıcı ünlü harftir.
Hadrianus” ise çok ünlü bir Roma imparatorudur. İS. 76 yılında dünyaya gelmiş ve 138 yılında vefat etmiştir (62 yaşında). Hükümdarlık yılları ise 117-138 yılları arasını kapsamaktadır (21 yıl toplam). Roma İmparatorluğunun en geniş, en zengin ve en şaşaalı dönemine tekabül eder (yani “Muhteşem Süleyman” gibi). Kendisi yaptığı savaşlardan ziyade bayındırlık işleri, mimari eserler, sanat ve kültür çalışmaları ile ünlüdür. İktidar süresinin yarıdan fazlasını Roma dışında seyahat ederek geçirmiştir (yani “Evliya Çelebi” gibi) ki, o yıllarda imparatorluk toprakları İçkoçya sınırlarından Mısır’ın güneyine kadar yayılıyormuş. Roma imparatorları listesinde tek bir Hadrianus vardır, fakat katolik papalar listesinde altı tane “Papa Hadrianus” yer alır. Gerek imparator, gerekse papalar, anıtlarda ve yazılı kaynaklarda Latince olarak “H” ile yazılırlar – Hadrianus.
“Hadrianus” esasında bir aile adıdır (yani soyad’dır) ve “Hadria’lı” anlamındadır. İmparatorun ön adları Publius Aelius olup, doğum yeri İspanya’daki Roma kolonisi İtalica’dır. Fakat baba tarafı Adriyatik Denizi kıyısında ve Padana (bugün Po) nehrinin denize döküldüğü yerdeki “Hadria” liman şehrindendir – Hadri(a)-anus (Latincede “-anus” yapım eki aidiyet veya köken belirtir). İÖ. VII yüzyıllarda Grek kolonisi olarak kurulmuş, deniz ile nehir üzerindeki ticaretten zenginleşmiş ve çok ünlü olmuştur. Nitekim kuzeye doğru uzanan ve derin bir körfez sayılan denizin son işlek limanı sayıldığından denize de adını vermiştir – Latince “Mare Hadria-ticum” (bugünkü Adriyatik Denizi). [O yıllarda Venedik henüz kurulmamıştı]. Zamanla Po nehrinin taşıdığı çamur ve kil dolgular Hadria limanını da doldurmuş, delta denize doğru ilerlemiş ve günümüzde 20 bin nüfuslu küçük bir kasaba olarak kıyıdan 22 km içerlerde kalmıştır (fakat bir denize ve ünlü bir imparator ailesine isim babası olmakla teselli bulmaktadır).
Grek kolonisi olarak kurulduğunda adı Ádria şeklinde yazılıyormuş (zaten Grekçe’de “H” ünsüzü yoktur) ve vurgu ilk ünlü üzerine (“Á”) geliyormuş. Grekçe sözcükleri Latince harflerle yazarken Romalılar bazı kurallar geliştirmişler – vurgulu ilk ünlü harflerin önüne (kendilerinde vurgu işareti yoktur) bir “h” harfi eklemişler ve buna da “h-spiritus” (nefes gibi “h”) demişlerdir. Genellikle telâffuz edilmeyen (bizim “ğ” gibi), fakat yazılarda unutulmayan bir işarettir. Dolayısıyla Grekçe kökenli bir özel ad olan Ádria limanı olmuş Hadria, oradan imparatorun soyadı Hadrianus ve onun kurduğu müstahkem kale-şehir de Hadrianopolis. Çok gezgin ve imar meraklısı olan bu hükümdar kendi toprakları üzerinde en az 7 tane “Hadrianopolis” yerleşimine ismini vermiştir [Anadolu topraklarında 4 (Mersin; Niksar; Şarki Karaağaç; Eskipazar); Trakya’da bir (Edirne); Arnavutluk’ta bir (Dropulli) ve Libya’da bir (Deriana)], fakat sadece “Hadrianopolis in Tracia”, yani “Trakya’daki Hadrianopolis” (kuruluş tarihi ~ İS. 130-131 yılları) asırlar boyunca (1000 yıl süren Bizans döneminde) adını yitirmemiş ve dünya tarihinde yer edinmiştir. Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra da Türkçenin fonetik kurallarına uydurularak (ünlü sesler uyumu) ve kısaltılarak, önce “Edrine” (18. yüzyıla kadar), akabinde “Edirne” şeklini almıştır.
Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Avrupa’da gelişen farklı ülkeler, Hristiyanlığın da etkisiyle Grekçe’yi ve Latince’yi okutmuşlar, “h-spiritus” kavramını dikkate almayarak doğrudan Adria, Adrianus, Adrianopolis ve Mare Adriaticum [Slav milletleri Jadran (okunuşu Yadran) derler] yazmaya başlamışlardır. Zaten Yunanca yazılarda daima “h”-siz yazılmıştır: Bizans Yunancasında (Adrianopolis) ve çağdaş Yunanca’da (Adrianoupoli) [okunuşu Adrianupoli]. Edirne’nin bu tarihi adı, bazı Avrupa dillerine farklı aktarılmıştır:

Adrianopolis  - Çekçe, Felemenkçe, Fince
Adrianópolis  - İspanyolca
Adrianopoli    - İtalyanca
Adrianopole   - Rumence
Adrianopojë   - Arnavutça
Adrianopol     - Lehçe, Slovakça
Adrianopel     - Almanca
Adrianople     - İngilizce
Adrinopla       - Portekizce
Andrinople     - Fransızca
Drinápoly       - Macarca
Drinopol         - Çekçe, Slovakça
Odrin              - Bulgarca, Makedonca
Edrêne            - Arnavutça, Makedonca
Jedrene           - Sırpça
Edirne             - Rusça

Bu bölgenin çok eski sakinleri olan Bulgarlar ise “Ódrin” demişlerdir ki, Slavca kökenli bu basitleştirme Osmanlı “Edrine”sine ilham vermiştir. Belki de Slavların bu topraklara geldikleri yıllarda (İS. V yy) hala Odris Trakları biliniyordu ve “Odrisiler şehri” çağrışımından Odrin dediler (sadece Bulgarlar ve Makedonlar bu adlandırmayı kullanırlar). Sırplar, Arnavutlar ve bugünkü Makedonlar Osmanlı “Edrine”sini benimsemişler, Ruslar ise bu şehri Osmanlı sayesinde geç tanıdıkları için doğrudan “Edirne” ismini aynen almışlardır.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşıldığı üzere, bugüne ait metinlerde “Adrianopolis” demek yeterlidir, ancak özgün Latince bir alıntılamada “Hadrianopolis” ve “Hadrianus” şekli tercih edilmelidir (müzelerde, tarihi metinlerde, heykel kaidelerinde). Erkek adı olarak Hadrianus bugün Batı ülkelerinde Adriano (örn. şarkıcı Adriano Celentano, futbolcu Adriano Ribeira), veya Adrien (örn. aktör Adrien Brody, futbolcu Adrien Silva) olarak sık kullanılmaktadır. Kadın ismi olarak da popülerdir - Adriana (örn. manken Adriana Lima) Türkiye’de de 1980, Edirne doğumlu bir şarkıcı sahne ismi olarak Adrian’ı tercih etmiştir (Cem Adrian). Halen Edirne’de “Adrian Konakları”nın reklamı yapılmaktadır.
Latince’de “h-spiritus” ile yazılan başka Grekçe özel isimler de vardır: Hebrus [Ebros = Evros, Meriç]; Haemus [Aimos, Balkan Dağı]; Heraclea [Erakleia, Ereğli]; bazılarında “h” kalıcı olmuştur: Homerus [Omeros, Homère (Fr)]; Hippocrates [İppokrates, Hipokrat]; v.s.
Kelimenin başında yazılıp net telâffuz edilmeyen “h-spiritus” alışkanlığı ilginç bir şekilde Rumeli’ye yerleşen Türklere de sirayet etmiştir. Çünkü öz Türkçede “h” ile başlayan sözcük pek yoktur. Bu nedenle Trakya ve Rumeli ağızlarında yabancı kökenli (Arapça-Farsça)  sözcüklerde öndeki “h” sesi genellikle telâffuz edilmez: Asan (Hasan); Üseyin (Hüseyin); Afize (Hafize); afif (hafif); atırlamak (hatırlamak); ayvan (hayvan); esap (hesap); v.b. Hâlâ çarşı pazarda “havuç” yerine “avuç” yazıldığına şahit olunmaktadır. Bazen de tersine, emin olamayınca, “ayva” yerine “hayva” yazıldığı da olmaktadır. 

27 Kasım 2014 Perşembe

“TRAK MÜZESİ” KURULMASI HAKKINDA


         10 Kasım 2014 tarihli gazetenizin haberine göre, İl Genel Meclisinde bir komisyon tarafından Edirne’de “çok acil bir Trak Müzesi kurulması” önerilmekte idi. Tabi ki, Edirne’nin coğrafi konumu ve tarihi geçmişi bakımından böyle bir öneriyi sevinçle karşılamak gerek. Şehrimizin kültürel ve turistik değerlerine katkısı olacağı da şüphe götürmemektedir. Biz sadece bu öneriyle ilgili bazı ilâve ve açıklamalar getirmek istiyoruz.
Öncelikle “çok acil” yani ivedi ibaresine bir anlam veremedik. Yaşadığımız toprakların en eski sakinlerine adanacak bir müzenin acelesi neden kaynaklanıyor? Korkumuz alelacele kurulup “tabela asılacak” göstermelik bir teşebbüs olmasındandır. Adı itibariyle bu bir tarih müzesi olacağından, her şeyden önce bilimsel ciddiyete ve titizliğe itina gösterilmelidir. Konuyla ilgili bilim adamlarının komisyonda yer almamaları beni şaşırtmıştır. Oysa şehrimizde bir Trakya Üniversitesi bulunmakta, bu üniversite bünyesinde Tarih Bölümü, Sanat Tarihi Bölümü, Arkeoloji Bölümü gibi konuyla yakından ilgili olan birimlerde Trakları ders olarak anlatan, araştıran, kitaplar ve makaleler yayınlayan öğretim üyeleri vardır. Komisyon hiç olmazsa Trakların geçmişini bilen bilim adamlarına danışsaydı, “…750 bin yılı aşan geçmişe sahip …” gibi korkunç abartılmış iddialarda bulunmazdı. Yazılı kaynaklarda Traklardan ilk bahseden Homeros’tur ve “İlyada” adlı eserinde Truva Savaşına Trak birliklerinin de katıldığını anlatmaktadır. Dilbilimcilere göre Homeros’un eseri M.Ö. 700-lerden itibaren uzun bir destan olarak halk arasında söylenmeye başlanmış (daha sonra kaleme alınmış) ve bahsettiği Truva Savaşı da M.Ö. 1200-ler civarında cereyan etmiştir. Bazı mitolojik anlatımlara göre Traklar diye topluca ifade edilen kabileler M.Ö. 2000-lerden sonra eski Yunanlıların kuzey komşuları olmuşlardır. Arkeolojik bulgulara göre ise en erken Trak yerleşimleri M.Ö. 3500’e tarihlenebilir. Tabii bundan önce de M.Ö. 5500-6000 yıllarına ait kazı buluntuları vardır, fakat bunlara Trak denemez. Genellikle kazı yerine göre pre-historik (tarih öncesi) kültürler tabiri kullanılır. Dolayısıyla Trakların başlangıcını taş çatlasa M.Ö. 3500-lere (günümüzden 5500 yıl öncesine) kadar götürebiliriz. Zaten günümüzden 750,000 yıl öncesinde Balkan Yarımadasında mağara insanlarının yaşadığı bile söylenemez.
Daha önemli bir sorun ise müzede ne sergilenecektir. Bulgarlar yıllardan beri bu konu üzerinde çalışmakta ve kazılar yapmaktadırlar. Bugünkü Bulgaristan topraklarının altını üstüne getirmişler ve çok kıymetli eserler bulmuşlardır. Bunların bir kısmını bizim sınırlarımıza çok yakın yerlerden elde etmişlerdir. “Trakoloji” adında özel bir bilim alanını geliştirmişler ve bu konuda Dünya çapında söz sahibi olmuşlardır. Trak Müzesi adını koymasalar da, bütün il merkezlerinde bulunan Tarih Müzelerinde olağanüstü zengin buluntular (bazıları som altından yapılmış ünlü “Trak hazineleri” de dahil) sergilenmektedir. Kendi topraklarında yabancılara araştırma ve inceleme yaptırmazlar, fakat başta Sofya Arkeoloji Müzesi (ki binası Osmanlı eseri Ulucami’dir) olmak üzere, Plovdiv, Kırcali (bu müze de eski Osmanlı eseridir), Yambol, Stara Zagora, Panagyürişte ve diğerleri rahatlıkla gezilebilir. Trakoloji konusunda sayısız kitapları vardır, bazıları İngilizce olarak yayınlanmıştır. İşte bu planlı programlı çalışmalar sonucunda çok sayıda turist çekmektedirler.
Türkiye’de ise Trakoloji gelişmemiştir. Az sayıda tarihçi ve arkeolog bireysel ilgi göstermişse de, dünya çapında söz sahibi olunamamıştır. Tabi bu görev “Trakya” adını taşıyan üniversitemize düşer. Maddi sponsorluğu da “Trakya” Birlik üstlenmelidir.
Eğer Edirne’yi bir turistik cazibe merkezi haline getirmek istiyorsak “Trak Müzesi”nin yanında, hatta öncesinde bir “Osmanlı Müzesi” (Museum Ottomanum) ve bir de “Bizans Müzesi” (Museum Byzantinum) düşünülmelidir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu burada 562 yıl hüküm sürmüş ve 92 yıl başşehir olarak kullanmıştır; Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu ise daha da uzun süre, yaklaşık 1000 yıl bu topraklara sahip olmuştur.
Buna karşılık Trakların iskân ettiği yıllarda bugünkü Edirne yakınlarında çok önemli bir yerleşimden bahsedilmemektedir. Bazı eski Yunan kaynaklarında bu bölgede “Uscudama” adlı bir Trak yerleşiminden söz edilse de, tam yeri bilinmemektedir. Oysa İpsala (Kypsela), Vize (Bizye), Marmara Ereğlisi (Perinthus) gibi yerleşimler küçük Trak krallıklarına başkentlik yapmışlardır. Ünlü “Odris Krallığı”nın başkenti Sevtopolis ise Yukarı Tunca vadisindedir (Bulgaristan’da Kazanlık yakınında). Tarihte “Trakya Krallığı” adını taşıyan tek devlet kısa süreli olmuştur (M.Ö. 306-281). Büyük İskender’in ölümünden sonra, bu krallığı kuran general Lysimakhos Küçük Asya’da seferlere girişmiş ve Kuropedion savaşında hayatını kaybetmiştir. Lysimakheia adlı başkentini Gelibolu yarımadasının kıstağına inşa ettirmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere sadece Edirne İline ait “Trak Müzesi” yeterli olmayacaktır.
Avrupa topraklarının fethini başlatan Osmanlılar bu topraklara önce “Paşaeli”, sonradan “Rumeli” demişlerdir. O yıllarda buralarda Trakların adları silinmiş ve ardı ardına gelen kavimlerle karışarak asimilasyona uğramışlardır. Fakat Yunanca ve Latince coğrafyalarda bölgenin adı Thrakia = Tracia olarak devam etmiştir. 19. yüzyıldan sonra Osmanlılar da batı kaynaklarından Trakya ismini öğrenmişlerdir. Cumhuriyet döneminde ise “Trakya-Paşaeli” deyimi popüler olmuştur. Bulgaristan’da bir Trakya Üniversitesi (Eski Zağra’da), Yunanistan’da da Trakya Üniversitesi (Gümülcine’de) bulunduğu için Türkiye ile yarışırcasına bu ülkeler de Traklara sahip çıkmak istemektedirler. Ne var ki Bulgaristan daha şanslıdır, çünkü bugünkü topraklarında antik çağlarda sadece Traklar yaşamıştır. Ve onları ilk ataları olarak gösterebiliyorlar. Halbuki bizim Trakya diye tanımladığımız alan Türkiye yüzölçümünün ancak % 3’dür. Anadolu’da Hititler, Frigler, Urartu, Likya, Lidya, Mysia, Bitinya gibi sayısız medeniyetler iz bırakmıştır (Anadolu Medeniyetleri). Bugünkü Türkiye için Traklar periferde kalmış bir uygarlıktır, fakat Edirne, Tekirdağ, Kırklareli (İstanbul ve Çanakkale) için önem arzederler.  


Prof. Dr. Recep Mesut

Sırpsındığı Savaşı nerede ve ne zaman yapıldı


Tarihimizde “Sırpsındığı Savaşı” olarak bilinen ünlü çarpışma, yerli ve yabancı araştırmacılar arasında çok tartışılan bir konudur. Aslında savaşın kendisi tartışılmaz, çünkü gerçekten böyle bir çarpışma olmuş ve Osmanlı askerinin mutlak zaferi ile sonuçlanmıştır. Balkan Yarımadasına yeni ayak basmış ve Trakya kısmını ele geçirmiş bulunan genç Osmanlı Devleti için bu galibiyet yeni fetihlerin kapılarını açmış ve askeri üstünlüğünü kanıtlamıştır. Üçüncü Osmanlı hükümdarı ve Edirne fatihi sayılan Sultan 1. Murat’a kendi savaş gücü hakkında güven vermiş, Balkanlarda ve Avrupa’daki Hıristiyan devletlere korku salmıştır. Ancak sultan bizzat bu savaşa iştirak etmemiştir, çünkü o dönemde ordusunun başında Anadolu’da savaşmaktaydı. Edirne’de askeri komutan olarak beylerbeyi Lala Şahin Paşa bulunuyordu. Düşman da bu fırsattan yararlanarak Edirne’yi ele geçirmek ve Türkleri Asya’ya sürmek istiyordu.
Osmanlı vakanüvislerine göre, savaşın cereyan ettiği yer yıllarca halk arasında “Sırp sındığı” (bazı kaynaklarda “Sırp singonu”), yani Sırpların sındırıldığı (bozguna uğratıldığı) mahal olarak bilinmiştir. Batılı tarihçiler Osmanlının zaferini kabul etmişler, fakat “Sırpsındığı” deyimini tercih etmeyerek genelde “Meriç Çarpışması” (Battle of Maritsa) [Slav dillerinde Meriç Nehrinin adı Maritsa’dır] veya “Çirmen Çarpışması” (Battle of Chernomen) demekle yetinmişlerdir [Slav dillerinde Çirmen Kalesinin adı Çernomen, Yunanca’da ise o dönemde Kermianon, bugün Ormenion olmuştur. Günümüzde Ormenion Yunanistan topraklarında bir sınır yerleşimidir ve Bulgaristan’a açılan sınır kapısı olup, Svilengrad’a 7 km mesafededir].
        En bariz anlaşmazlık savaşın yapıldığı tarih üzerinedir. Bizans, Sırp ve Bulgar kaynakları ağız birliği etmişçesine 1371 yılının 26 Eylül’ü 27 Eylül’e bağlayan gece olarak bildirmektedirler. Milâdi takvim kullandıkları için kendilerinden emin olup, yazılı kayıtları da savaşın yapıldığı döneme aittir. Rumen tarihçi Jorga ve İngiliz yazar Temperley de 1371 olarak gösteriyorlar.
Osmanlı tarih yazıcılarının bazıları 1371’de Meriç kıyısında ve Çirmen yakınlarında bir savaş cereyan ettiğini doğruluyorlar (Lütfi Paşa ve Müneccimbaşı): “…Sırp leşkeri Edirne’ye yakın gelmiş iken Çirmen yanında ki şimdi ol yere Sırp Singonu derler ol yere konmuştu…”  Fakat çoğu gerçek “Sırpsındığı Savaşı”nın daha önce yapılmış olduğundan bahsediyorlar – Âşıkpaşazâde ve Neşrî hicrî 766’da (yani miladî 1365’te), Hoca Sadeddin, İdris-i Bitlisî, Oruç Bey daha da erken tarihler (hicrî 765, hatta 764) bildiriyorlar. Fakat burada zikrettiğimiz Osmanlı müverrihlerinden hiçbiri o yıllarda henüz doğmamış, olaya canlı tanık olmayıp, ikinci veya üçüncü elden dinlediklerini anlatmışlardır. Bunların yazılarını görmüş olan Avusturyalı Joseph von Hammer de 1827-1835 arası kaleme aldığı “Geschichte des Osmanischen Reiches” (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi) adlı eserinde 1363-1364 tarihleri üzerinde durmuştur. Böyle önemli bir savaşın hangi yılda yapıldığı konusunda ciddi bir kargaşa ortaya çıkmıştır.
Daha sonraki yazarlar (Gibbons, 1915; Uzunçarşılı, 1947) şaşırıp kalmışlar, kesin bir belge ortaya koyamadan,  birbirinden ayrı iki savaş (1. Meriç Savaşı ve 2. Meriç Savaşı) cereyan ettiğini kabul etmişlerdir. Bugün internet’e başvuran gençler de Wikipedia veya Britannica yazılarında bu kargaşayı hemen görebiliyorlar.

Yazarlar tarih konusunda anlaşamamış olsalar da çarpışmanın yeri ve şekli hususunda hepsi birleşiyorlar: savaş Edirne’ye iki menzil mesafede, Meriç Nehri’nin sol kıyısında cereyan etmiş, ani bir gece baskınıyla tedbirsiz ve sarhoş  olan Hıristiyanlar panik içinde kaçışmışlar ve çoğunuğu nehirde boğulmuştur. Dolayısıyla çok ilginç bir durum ortaya çımaktadır – sadece 6-7 yıl arayla Hıristiyan güçler Meriç vadisinden ilerleyerek Edirne’ye iki konaklık mesafeye kadar yaklaşmışlar ve aynı şekilde gece baskınıyla öldürülmüşler, kaçanlar nehirde boğulmuşlar.  
     Tarih yazarlarının anlaşamadıkları bir konu da savaşa iştirak eden güçler ve kumandanlar hususudur. Hıristiyan ordusunun mevcudu 20,000 ilâ 70,000 arasında bildirilirken, Osmanlı savaşçılarının 800 ilâ 10,000 arasında oldukları kabul ediliyor. 1363/65 yılındaki 1. Meriç Savaşına Macar kralı 1. Layoş kumandasında Sırp, Bosna ve Eflâk kuvvetleri bir “haçlı seferi” şeklinde gelmişler ve yenilmişler. Oysa bu ülkelerin tarihlerinde böyle bir sefer ve yenilgi hakkında hiçbir kayıt bulunmamaktadır. Sadece aynı yıllarda Papa V. Urban’ın elçiler göndererek Hıristiyan hükümdarları böyle bir sefere teşvik ettiği bilinmektedir (böyle bir sefer ancak 1396’da düzenlenebilmiş ve Yıldırım Bayezid söz konusu haçlıları Niğbolu’da sındırmıştır). Batı kaynaklarına göre 1371’deki 2. Meriç Savaşına ise sadece iki Sırp hükümdar katılmış (Pirlepe kralı Vukaşin ve kardeşi Serez despotu Ugleşa) ve ikisi de bu savaşta maktul düşmüşlerdir. Osmanlı tarihçilere göre de 1363/65 savaşının kahramanı Hacı İlbeyi’dir, 1371 savaşının kumandanı Lala Şahin Paşa’dır (çünkü Hacı İlbeyi 1365’te vefat etmiştir). Sadece Sırp güçleri katıldığı için 1371’deki savaşa “Sırp Sındığı” demek daha akla yatkındır. Zaten onların tarihinde de böyle geçer.
Sırpsındığı Savaşı’nın Sarayakpınar köyü yakınlarında cereyan etmesini hiçbir tarihi kaynak yazmamaktadır. Bu köy Meriç Nehrinden 30 km kadar uzakta olup, Kazan Ovasında yer almakta, hatta Tunca Nehrine daha yakındır. Eskiden adının Sırpsındığı olduğu söylenmekte, gene söylentilere göre eskiden yılın belirli günlerinde Sırbistan’dan gelip burada ayin düzenleyen Sırplar olurmuş. Fakat buna benzer inanışlar bugün Bulgaristan topraklarında kalan Harmanlı yakınlarındaki “Akbaldır Çeşmesi” diye bilinen mevki için (günümüzde TIR park alanı olarak kullanılmaktadır) de anlatılmaktadır. Burada da Sırpların gelip matem ayinleri düzenledikleri bir mezartaşı bulunurmuş. Hatta, savaş alanından kaçan Kral Vulkaşin’in çeşmeden su içerken kendi muhafızı tarafından öldürüldüğü yer olarak anılırmış.
Yaklaşık 25 yıl önce, Sarayakpınar köyünde “Sırpsındığı Savaşı Anıtı” olduğunu öğrendiğimde, bu köyü ziyarete gitmiştim. Meydanda çok güzel bir Osmanlı çeşmesi vardı, fakat anıt görünmüyordu. Sora sora anıtın askeri kışlanın içinde olduğunu öğrendim. Nizamiye kapısını bekleyen askere rica ettim. Gidip nöbetçi subayı çağırdı.  O da bizi içeri aldı (eşim ve çocularım da vardı). Hemen girişin sol tarafında, çok yüksek olmayan bir platform üzerine büyük harflerle “Sırpsındığı Savaşı” yazısı okunuyor ve Türk bayrağı dalgalanıyordu. Bu basit yapının hiçbir mimari özelliği ve estetiği yoktu. Nöbetçi subaya Sırpsındığı Savaşının Meriç kenarında cereyan ettiğini söyledim. Yerinin burası olmadığını biz de biliyoruz ama, bizden önce bir komutan bunu inşa ettirmiş, biz de saygı gösteriyoruz, demişti.

Sırpsındığı Savaşı (ister 1363, ister 1371 tarihili olsun) bizler için çok önemli bir savaştır. Avrupa kıtasında ve Balkanlarda kazandığımız ilk ve katî bir zaferdir. Edirne için özel bir anlamı vardır, çünkü Edirne’yi düşman işgalinden kurtarmıştır. Güzel bir anıt yapılmasını da hak etmiştir. Fakat yeri, tarihi ve savaşmış olanlar konusunda bilimsel titizlik gerekir. En doğrusu bir “Sırpsındığı Savaşı Sempozyumu” düzenleyerek yurt içinden ve dışından tarihçiler davet etmektir. Sırp, Bulgar, Yunan, Macar, Rumen tarihçileri de mutlaka yer almalılar. Sempozyumda elde edilen bilgiler ışığında nereye ve nasıl bir anıt inşa edileceği daha güvenli bir şekilde gündeme gelebilir. 

Recep Mesut

14 Kasım 2014 Cuma

AVRUPA’DAKİ OSMANLI ESERLERİNİN İZİNDE
“ORTA KOL” TARİH ve COĞRAFYA GEZİSİ

Prof. Dr. Recep Mesut
recep.mesut@hotmail.com

“Orta Kol” ne demek? Kadim Türk geleneklerine göre savaşta ve fetih akınlarında ordu mevcudu üç kola ayrılırdı: sağ kol, sol kol ve orta kol. Avrupa fetihlerini başlatan Sultan 1. Murat, 1361’de Edirne’yi fethettikten sonra yüzünü batıya çevirmiş ve üç koldan yayılma emirleri vermişti. Bu nedenle kendisine “Hüdâvendigâr” (doğru yolu gösteren) denmiştir. Arkasında kalan Bizans başkenti Konstantinopol (İstanbul) 92 yıl daha fethedilmeyi bekleyecektir. Bu süre esnasında Balkan Yarımadasının fethi hemen hemen tamamlanmıştır. Sultan 1. Murat’ın hükümdarlığında
a)  “sağ kol” Tunca Nehrini takip ederek ve Karadeniz’e paralel ilerleyerek, önce Kara Timurtaş Paşa komutasında Doğu Balkan Dağları eteklerine (1367), daha sonra Sadrazam Çandarlı Ali Paşa öncülüğünde (1388) bu dağları aşarak Aşağı Tuna kıyılarına ulaşmıştır.
b)  “Orta kol”, Lala Şahin Paşa komutasında Meriç Nehrini takip etmiş, Yukarı Trakya Ovasını (1364), İhtiman ve Samakov yaylalarını (1373) Osmanlı topraklarına katmıştır. Lala Şahin Paşa’nın ölümünden sonra İnce Balaban Bey Sofya’yı (1385), Timurtaşoğlu Yahşi Bey de Niş’i (1386) almışlardır.
c)  En hızlı ilerleyen “sol kol”, Gazi Evrenos Bey komutasında Rodop Dağlarını güneye doğru aşarak bugünkü Batı Trakya Ovası (1361), daha sonra Sadrazam Halil Hayreddin Paşa öncülüğünde Makedonya’nın büyük bir kısmı (1372-1385 arasında)  ele geçirilmiş ve Arnavutluk’a kadar ulaşmıştır (1385).

Bir zamanlar ecdadımızın hakimiyet kurduğu ve izler bıraktığı toprakları yerinde görebilmek için bir grup Edirneli tarihsever, Edirne’de faaliyet gösteren “Erakman Seyahat Acentası”nın desteğinde ve organizatörlüğünde “orta kol” fetih güzergâhını takip ederek Kuzey Macaristan’a kadar bir haftalık gezi düzenlemiştir (26 Nisan-2 Mayıs 2014). Coğrafi çıkış noktası olarak Edirne şehri, tarih dilimi olarak  da Edirne’nin fethinden (1361) sonraki yıllar esas alınmıştır. Bu istikâmette Osmanlı fetihleri 300 yıl (1361-1663) aralıklı ilerlemelerle (Yıldırım Bayezit, 2. Murat, 2. Mehmet [Fatih], Kanunî Sultan Süleyman, 3. Mehmet ve 4. Mehmet dönemlerinde) devam etmiş, bunu takip eden 222 yılda (1663-1885) ise mağlubiyetler ve toprak kayıpları sonucu Osmanlı sınırı tekrar Edirne’ye dayanmıştır.

Söz konusu sınır Rumeli-i Şarkî Vilâyeti’nin Bulgaristan Prensliği tarafından ilhak edildiği 1885’te Edirne’nin 50 km batısındaki Hebibçe (bugün Lübimets) yerleşim yerine; Balkan Savaşları bitiminde 1913’te Edirne’nin 35 km batısındaki Mustafapaşa (bugün Svilengrad) kasabasına; 1915’te Bulgaristan’ın müttefik olarak Birinci Dünya Savaşına katılması karşılığında sınır Edirne’nin 22 km batısındaki Viran Tekke’ye (bugün Kapitan Andreevo) çekilmiştir.
 
Kuzey Macaristan’da uç nokta olan Eger (Osmanlı’nın “Eğri” dediği eyalet merkezi) görüldükten sonra dönüş kuzeybatı (Roma döneminde “Dacia” / Osmanlı döneminde “Erdel”) yolundan yapılmıştır. Bugünkü Batı Romanya’dan Demirkapı Boğazında (Orşova’da) Tuna kıyılarına inilmiş, Kalafat-Vidin arasındaki yeni Tuna Köprüsünden geçilmiş, Kuzey Bulgaristan’daki Vidin ve Plevne görüldükten sonra Balkan Dağları Hainboğaz’dan aşılarak, Yeni Zağra ve Sakar Tepeleri üzerinden Kapıkule’ye ulaşılmıştır. Toplam 7 günde 2853 km yol katedilmiştir. Sadece gündüzleri hareket edilmiş, geceleri hotellerde dinlenilmiştir (Sofya’da “Balkan Hotel”; Belgrad’ta “İn-Hotel”; Peç’te “Hotel Palatinus”; Budapeşte’de “Best Western Hotel Hungaria”; Temeşvar’da “Hotel Boca Junior” ve Plevne yakınlarında Lukovit kasabasında “Diplomat Plaza”). Bu sayede gündüzleri tarihi yerler gezilebilmiş ve coğrafi çevre gözlenmiş, geceleri dinlenilmiştir (Res. 1).




1. gün: 320 km (Edirne-Plovdiv-Sofya, Bulgaristan başkenti)
2. gün: 415 km (Sofya-Niş-Semendire-Belgrad, Sırbistan başkenti)
3. gün: 313 km (Belgrad-Novi Sad-Osiyek-Peç)
4. gün: 321 km (Peç-Şikloş-Zigetvar-Budapeşte, Macaristan başkenti)
5. gün: 518 km (Budapeşte-Eger-Debrecen-Oradea-Arad-Timişoara)
6. gün: 566 km (Timişoara-Orşova-Turnu Severin-Vidin-Lukovit)
7. gün: 400 km (Lukovit-Pleven-Loveç-Veliko Tırnovo-Nova Zagora-Edirne
2853 km

Beş çağdaş ülkeden geçilmiştir: 1) Bulgaristan (gidişte ve dönüşte); 2) Sırbistan; 3) Hırvatistan (sadece Slavonya bölgesi tranzit); 4) Macaristan; 5) Romanya (Krişana ve Banat bölgeleri). Bu ülkelerin karşılaştırmalı tanıtımı (ve Türkiye ile kıyaslanması) aşağıdadır:

   Ülke     Yüzölçümü Nüfus   Türk        GSMH   Kişi başı      Din            Dil       Alfabe  Para      Tel.      İnternet   Osmanlı  
                   bin km2      milyon  nüfus     milyar $    gelir $                         ailesi                 birimi    kodu       kodu    hakimiyeti
Bulgaria        111          7,3     588,000        51        7,033      Ortodoks     Slav       Kiril     Lev       +359      .bg         ~500 yıl
Serbia             88          7,2            647        43         6,017     Ortodoks     Slav        Kiril    Dinar     +381      .rs          ~400 yıl
Croatia           56          4,3            367        61       13,920      Katolik        Slav       Latin    Kuna     +385      .hr         ~160 yıl
Hungary         93          9,9          1,565     138       13,950      Katolik        Ural       Latin    Forint     +36       .hu        ~150 yıl
Romania       238        20,1       67,500      192         9,000     Ortodoks      Latin     Latin    Lei         +40       .ro         ~160 yıl
Turkey          783        76,6        % 75       789       10,660       İslam          Altay     Latin     Lira        +90      .tr            624 yıl


Sırbistan hariç, bu ülkeler artık Avrupa Birliği (AB) üyesi oldukları için hem “Schengen vizesi”ni tanıyorlar (Sırbistan ise Türkiye vatandaşlarına vize zorunluluğu  uygulamıyor), hem de aralarındaki sınır kapılarında tek bir yerde pasaport-gümrük kontrolü ile yetiniyorlar. AB üyesi olmalarına rağmen söz konusu ülkeler “Euro bölgesine” henüz dahil edilmemişlerdir (kendi milli para birimlerini kullanıyorlar). Gezimiz esnasında € karşısındaki değerleri şöyle idi: 1€ = 1,95 bulgar levası = 4,5 romen lei = 7,6 hırvat kunası = 115,5 sırp dinarı = 306 macar forinti. 
Osmanlının “orta kol” ilerleyişi Balkan Yarımadasının eski çağlardan beri bilinen en işlek diyagonal yolunu (Edirne-Filibe-Sofya-Niş-Belgrad) takip etmiştir. Vakti zamanında Roma İmparatorlarının bayındır hale getirdiği bu yol “Via militaris” (Askeri yol) olarak bilinmektedir. Dağlık olan Yarımadanın en uygun ulaşım atardamarı olan bu güzergâh doğal geçitleri ve akarsu vadilerini kullanmaktadır. Bugün de demiryolu (Baron Hirsch’in 1869’da inşasına başladığı ve 1888’de tamamlanan “Orient Express” hattı) ve karayolu (gurbetçilerimizin “Sıla Yolu”) olarak önemini yitirmemiştir.

Balkan Yarımadası Avrupa’nın Akdeniz’e uzanan en büyük yarımadasıdır ve Dünya coğrafyasında Türkçe kökenli bir kelime (“balkan”= sarp dağ) ile anılmaktadır. Yarımada yaklaşık 500 bin km2 (Tuna ve Sava nehirleri güneyinde) olup, bugün 10 bağımsız ülke barındırmakla Avrupa’nın siyasi-iktisadi olarak en parçalanmış bölgesidir. Fakat tarihsel süreç içerisinde büyük imparatorluklar bütün yarımadayı birleştirerek, gümrükleri ve sınırları kaldırarak yüzyıllar süren barış ve refah dönemleri sağlamışlardır:
Roma İmparatorluğu (M.S. 2-3 yy, “Pax Romana”);
Bizans = Doğu Roma İmparatorluğu (M.S. 5-6 ve 11-12 yy, “Pax Byzantina”);
Osmanlı İmparatorluğu (M.S. 15-17 yy, “Pax Ottomana”) [“pax”= barış].

Gezdiğimiz devletler arasında sadece Macaristan (Orta Avrupa ülkesi) Balkan devleti sayılmaz. Sırbistan, Hırvatistan ve Romanya’nın ise yarımada dışına taşan toprakları vardır. Selânik körfezine dökülen Vardar ile Tuna’ya dökülen Morava nehirlerinin oluşturduğu kuzey-güney çizgisi yarımadayı Doğu Balkanlar ve Batı Balkanlar diye ikiye ayırır.

Trakya bölgesi ise Balkan Yarımadası’nın 1/5 güney-doğu kısmını kapsar (yaklaşık 100 bin km2): Yukarı Trakya (% 60, Bulgaristan); Doğu Trakya (% 25, Türkiye) ve Batı Trakya (% 15, Yunanistan). Kuzeyden Balkan Sıradağları, batıda İhtiman-Rila Dağları  ve  Karasu (Bulg: Mesta, Yun: Nestos) nehri, güneyden Ege Denizinin bir bölümü sayılan “Trakya Denizi” (Yunanlılar “Thrakiko Pelagos” derler, İng. Thracian Sea); doğudan Karadeniz ve Marmara Denizi ile sınırlanır. İstanbul Boğazı (Bosporos, Bosphorus) ve Çanakkale Boğazı (Hellespontos veya Dardanelles) sayesinde Anadolu’dan (Küçük Asya = Mala Asia = Asia Minor)’dan ayrılır. Erken Osmanlı döneminde Doğu Trakya’ya “Paşaeli” (Gazi Süleyman Paşa’nın adından) denmiş, sonra ele geçirilen Trakya ve Makedonya toprakları için “Rumeli”, Rumca konuşulan topraklar (Roumelia) tabiri kullanılmıştır. Bazen bu deyimle tüm yarımada kastedilmişse de, genellikle Balkan Dağları enleminin güneyinde kalan topraklar için kullanılmıştır. Çünkü bu enlemin kuzeyinde o yıllarda Rumca konuşan topluluklar kalmamıştı. Trakya’nın ünlü üçlemeleri vardır:
“Trakya denizleri”: Karadeniz, Marmara ve Ege Denizi.
“Trakya adaları”:    Taşoz (Tassos), Semadirek (Samothraki) ve Gökçeada (İmbros)
“Trakya dağları”:    Rodop, Istranca (Yıldız Dağları) ve Sakar.
“Trakya nehirleri”:  Meriç, Tunca, Arda.

Güneşli bir nisan sabahı Kapıkule’den Bulgaristan’a giriş Kapitan Andreevo (eskiden Viran Tekke) sınır kapısından yapılmıştır. 13 km ilerideki Svilengrad şehrinde Meriç nehri üzerindeki ilk büyük Osmanlı eseri “Mustafa Paşa Köprüsü” görülmüştür. Vakti zamanında bu köprü sayesinde Filibe’den gelen ve Meriç’in sağında seyreden askeri yol burada Meriç’in sol yakasına geçiyor ve bundan sonra Edirne ve İstanbul istikametinde böyle büyük bir nehirle karşılaşılmıyordu. 1529 yılında Kanunî’nin sadrazamı Çoban Mustafa Paşa tarafından yaptırılan tarihi köprü 295 m uzunluğunda, 6 m genişliğinde ve 20 kemerli olup şehrin alâmeti farikası olarak korunmaktadır. Bulgarların “Eski köprü” (Stariyat most) dedikleri “Mustafapaşa Köprüsü”, zarar görmemesi için araç trafiğine kapatılmış, aşağısında bir demiryolu köprüsü ile yukarısında Meriç nehri üzerinde iki yeni karayolu köprüsü ayrıca inşa edilmiştir.

Çoban Mustafa Paşa (öl. 1529): Devşirme kökenli olduğu sanılmaktadır. Yavuz Selim’in ve daha sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın erken döneminde yaşamış, vezirlik ve beylerbeylik yapmış, Rodos seferine serdar-ı ekrem tayin edilmiştir. Meriç üzerine yaptırdığı köprü (1529) ölümünden sonra tamamlanmıştır – Cisr-i Mustafapaşa (bugün Svilengrad). Gebze’deki külliyesi ve camisi ünlüdür, yanında türbesi de yer almaktadır.

 Balkan Savaşlarından sonra Bulgaristan’a terkedilen Cisr-i Mustafapaşa kasabası Svilengrad adını almıştır (1912). Bugün ilçe merkezi olup nüfusu 18,600 civarında, nehir hizasında rakım 60 m’dir (Edirne’de Meriç suyunun rakımı 40 m’dir). 1912 yılına kadar Osmanlıya ait bulunan bu kasaba Filozof Rıza Tevfik’in doğum yeridir.

Rıza Tevfik (Filozof Rıza) (1869-1949): Mustafapaşa (bugün Svilengrad, Bulgaristan) doğumlu. Babasının memuriyeti nedeniyle rüştiyeyi Gelibolu’da okumuştur. Galatasaray Lisesinden sonra önce Mülkiye’yi, sonra Tıbbiye’yi bitirmiş (1899), 1907’de İttihad ve Terakki Cemiyetine katılmış, Edirne mebusu olarak meclise girmiştir. Sonra ayrılıp Hürriyet ve İtilaf Fırkasına geçmiştir. 1918’de Mason Büyük Locasının büyük üstadı ve Maarif Nâzırı, 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşmasını imzalayan dört kişiden biri olduğu için “Yüzellilikler Listesinde” hain ilan edilmiş ve yurtdışına kaçmıştır (1922). 1943 Af Kanunundan yararlanarak yurda dönmüş ve 80 yaşında İstanbul’da ölmüştür. Dar-ül-fünun’da felsefe dersleri vermiş, şiirler, makaleler ve hatıralarını yazmıştır. 

Kuzeybatı istikametinde devam eden Meriç Vadisi genişleyerek verimli ovalara yer vermektedir. Sol tarafta ormanlarla kaplı Rodop Dağları 700 m’ye kadar yükselen kesintisiz bir silsile (Bulg: Gorata) oluştururken, sağ tarafta alçak ve oldukça çıplak Sakar tepelikleri görülmektedir. Svilengrad’tan sonra Meriç’in sağ yakasına geçerek tarihi Osmanlı güzergâhını yani E-5 yolunu tercih ettik (Meriç’in sol yakasında Bulgarların yeni yaptıkları 35 km’lik Svilengrad-Harmanli otoyolu hizmete girmiş olmasına rağmen). Harmanlı şehrine ulaştığımızda Meriç’e dökülen Uludere üzerinde ikinci bir Osmanlı köprüsünü görme fırsatımız doğdu – genellikle “kambur köprü” olarak adlandırılan 1585 tarihli Siyavuş Paşa Köprüsü. Sultan 3. Murat döneminde sadrazamlık yapan Kanijeli Siyavuş Paşa, “orta kol” güzergâhında önemli bir menzil kasabası olan Harmanlı’da külliye (kervansaray, cami, mektep, hamam) yanında bu köprüyü de inşa ettirmiştir. Trafiğe kapalı olan bu köprü de tarihi eser olarak korunmaya alınmıştır. Doğu tarafında külliyeden bazı kalıntılar ve bir çeşme göze çarpmaktadır. Harmanlı’nın adını Bulgarlar değiştirmemişler (sadece Harmanli demektedirler), ilçe merkezi olup nüfusu 18,500, Meriç suyunun rakımı ise 80 m’dir. Meriç nehrinin sağ yakasında bulunmaktadır.

Kanijeli Siyavuş Paşa (öl. 1602): Hırvat veya Macar asıllı olup, Enderun’da yetişmiş, Yeniçeri Ağası ve Rumeli beylerbeyi olmuştur. 2. Selim’in damadı olup, 3. Murat döneminde (1574-1595) üç kez sadrazamlık yapmıştır. Harmanlı’da külliyesinden (cami, mektep, hamam) iz kalmamış, fakat Harmanlı çayı üzerindeki köprüsü [“kambur köprü”] hala ayaktadır. Fatih’te medrese, Üsküdar’da sarayı olduğu bilinmektedir. Türbesi Eyüp’tedir.

Harmanlı’dan sonra E-5 karayolu Meriç yatağından uzaklaştı ve nehir görünmez oldu, ancak 100 km sonra Plovdiv’te, yani Filibe’de yeniden karşımıza çıktı. Çünkü Bulgaristan’ın ikinci büyük şehri (339 bin nüfus, rakım 164 m) olan Filibe, Yukarı Trakya Ovası’nın güneyinde ve Meriç nehrinin iki yakasında yer almaktadır. 20 km daha güneyde ise Rodop Dağları başlamaktadır. Milâttan önce Traklar tarafından kurulan Pulpudeva (buradan Slavca Plovdiv adı gelmektedir) yerleşimi, Makedonya kralı 2. Filip (Philippos) tarafından M.Ö. 342 yılında fethedilmiş ve “Philippopolis” (buradan Türkçedeki Filibe) adını almıştır. Bugün Meriç’in güneyinde yedi tepeye yayılsa da, asıl eski kent Romalılar döneminde hemen Meriç’in sağ kıyısında yükselen üç kayalık tepeyi (Nöbet tepe, Cambaz tepe, Taksim tepe) kapsıyordu ve “Trimontium” olarak adlandırılıyordu. Edirne’nin fethinden sadece üç yıl sonra (1364) Lala Şahin Paşa tarafından ele geçirilen Filibe uzun yıllar boyunca (521 yıl) Osmanlının geliştirip imar ettiği önemli şehir olmuştur.
Lala Şahin Paşa (öl. 1376): Orhan Gazi döneminde şehzade Murat’ın lalası iken Gelibolu’ya geçerek Rumeli fetihlerine katıdı. 1. Murat sultan olarak tahta çıktıktan sonra Çorlu, Lüleburgaz ve Edirne fetihlerinde bulundu. “Orta kol” fetihlerinin başına getirildi – Filibe ve Zağra’yı fethetti (1364), Rumeli Eyaletinin ilk beylerbeyi oldu. Ferecik’i, sonra da İhtiman ve Samakov’u Osmanlı topraklarına kattı (1372). Tarihimizde vezir rütbesi ve “Paşa” unvanı verilen ilk kişidir. Bursa’da medrese, Kirmastı’da (Mustafakemalpaşa) cami, zaviye ve türbesi bulunmaktadır.

1878 Berlin Antlaşmasına göre oluşturulan ve Bulgar asıllı bir vali (Gavril Krısteviç) tarafından yönetilen “Rumeli-i Şarkî Vilâyeti”nin idari merkezi olmuş, fakat 7 yıl sonra (1885) silahlı bir darbe ile Sofya merkezli Bulgaristan Prensliğine bağlanmıştır. Tarihimizdeki “enosis”lerin tipik bir örneğidir. Hala 16 bin müslümanın (nüfusun % 5,2’si) yaşadığı şehirde iki tarihi cami ayakta kalabilmiştir: Cuma (Muradiye) Camii şehrin merkezinde ve Roma kalıntıları üzerinde (Res. 2-a) ibadete açık olup, onun 200 m Meriç tarafında İmaret (Şahabeddin Paşa) Camii (Res. 2-b) bakımsız haldedir. Çifte Hamam ise restore edilerek sergi salonu olarak kullanılmaktadır. Grupta yer alan genç iştirakçiler Hisarkapiya’dan tırmanarak tarihi evleri tamamen restore edilmiş olan kaleiçini de gezdiler.  






Res.2: Plovdiv (Filibe)’deki Osmanlı eserleri – a) Muradiye Camii; b) İmaret Camii

Plovdiv’ten kuzeye doğru hareket edilerek Meriç nehri üzerindeki köprüden geçildi ve  10 km sonra Trakya Otobanına (Avtomagistrala = AM “Trakiya”) ulaşıldı. Balkanların en geniş ovasının (Yukarı Trakya Ovasının) ortasında yeni inşa edilen bu otoban doğu-batı doğrultusunda Karadeniz kıyısından (Burgas’tan) başkent Sofya’ya kadar uzanmaktadır. Batı istikametinde otobanı kullanarak söz konusu ovayı batıdan sınırlayan İhtiman Dağlarına tırmanmaya başladık. 760 metrelik bir irtifada, atalarımızın Kapulu Derbent (Suçi Boğazı) dediği mevkiye vardığımızda, sağ tarafta uzaktaki kale kalıntılarını (Stipon Kalesi) fark ettik. Roma İmparatoru Traianus tarafından yaptırılan ve “Porta Traciae” (Trakya’nın kapısı) diye bilinen kale “Askeri Yol”un en önemli savunma istihkâmıydı. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde de askeri karakol işlevini sürdürmüş, “Trayan Kapısı” olarak da bilinmiştir. Modern otoban farklı, fakat yakın bir güzergâhtan geçirilmişti. Aynı adlı tüneli geçtikten sonra sol tarafta İhtiman yüksek ovasını (650 m) ve uzaktan küçük İhtiman şehrini (nüfus 14,500) fark ettik. 1372 yılında Lala Şahin Paşa’nın fethettiği bu stratejik kasaba Osmanlı seferlerinde önemli kavşak rolü oynamıştır. Buradan güneybatı yönünde ayrılan ve Sofya’dan geçmeyen ikinci bir yol, demir madenleriyle ünlü Samakov yaylasına, oradan da Makedonya içlerine (Köstendil-Üsküp) götürmektedir. Birinci Kosova Savaşına giden Sultan 1. Murat’ın ordusu söz konusu bu ikinci güzergâhı tercih etmişti (1389). Fetret Devrinin sonunu getiren ve Musa Çelebi’nin yakalanıp öldürüldüğü Çamurlu mevkii de Samakov yakınında idi (1413).
Otoban ise İhtiman Ovasına inmeden kuzeybatı yönünde yükselmeye devam etti ve Vakarel belinde (830 m) Sofya Ovası (520 m) tüm ihtişamı ile gözler önüne serildi. Her taraftan dağlarla çevrili bu kapalı ovanın güney kenarında, zirvesi hala karlarla kaplı (2290 m) Vitoşa Dağının eteğinde 1,2 milyon nüfuslu Bulgaristan başkenti yayılmıştı. Osmanlının çok sevdiği ve uzun yıllar Rumeli Beylerbeyliği’nin başşehri yaptığı Sofya bizim Bursa’yı andırmaktadır. Dağ yamaçlarına tırmanan bağlık ve bahçelik alanlar ile ovaya inen yaşam ve ticaret semtleri, bu arada sıcak ve kükürtlü su kaynaklarının beslediği hamamları, kaplıca ve içmeceleri ile de ünlüdür. Büyük şair Sofiâvi Vahid Mehmet Çelebi’nin ve şair Ahmet Hâdi’nin doğum yeri, ünlü Halveti şeyhi Sofiâvi Bali Efendi’nin de ölüm yeri (1551) ve ziyaretgâhı burasıdır. Abdi Efendi, Seyfullah Efendi ve Hekimzâde Subhi gibi tanınmış isimler burada kadılık yapmışlardır. Tarihte Serdika (Roma dönemi), Triyaditsa (Bizans dönemi) ve  Sredets (Bulgar dönemi) adlarıyla bilinen bu şehir, Osmanlı fethinde dikkat çeken Sveta Sofiya (Aya Sofya) Kilisesinden esinlenerek bugünkü adıyla anılmaya başlanmıştır [Bu Ayasofya İstanbul’dakinden çok önce ele geçirilmiş ve camiye çevrilmiştir, 1385]. Sayısız Osmanlı eserlerinden çok azı ayakta kalabilmiştir. Fakat şehrin tarihi meydanında Mimar Sinan eseri Kadı Seyfullah Camii (1567), diğer adıyla Banyabaşı Camii’ni görmek mümkündür (Res. 3-a,b). Fatih’in sadrazamı Mahmud Paşa’nın (külliyesi İstanbul’da Kapalıçarşı yanındadır) yaptırdığı dokuz kubbeli Ulucami (1456) ise bugün Arkeoloji Müzesi olarak Cumhurbaşkanlığı binasının karşısında durmaktadır.

Res. 3: Sofya’nın merkezinde Kadı Seyfullah Camii (Banyabaşi Camiya) – a) kitabesi; b) dış görünümü

Rumeli Beylerbeyliği (1365-1826): Edirne’nin fethinden sonra (1362) yapılan idari taksimatla iki eyalet (Rumeli ve Anadolu Eyaletleri) oluşturulmuş ve başlarına birer “beylerbeyi” atanmıştır. Bu nedenle eyaletlere “beylerbeyliği” de denilmiştir. İlk Rumeli beylerbeyi Lala Şahin Paşa, onun ölümünden (1376) sonra Timurtaş Paşa olmuştur. Bu eyaletin başşehri önce Edirne iken, sonra Sofya olmuştur. 18. yüzyılda alternatif ikinci merkez olarak Manastır (Bitola) kullanılmış ve 1836’dan sonra Manastır son merkez sayılmıştır. Balkanlardaki fetihler arttıkça bu eyaletin sahası çok genişlemiş ve koparılan parçalarla yeni eyaletler teşekkül etmiştir:
1533 – Kapudan Paşa (Ceziret-ül Bahri Sefid) Eyaleti (Akdeniz adaları ve kıyıları)
1541 – Budin Eyaleti (Macaristan’ın fethinden ve üçe ayrılmasından sonra)
1580 – Bosna Eyaleti (1463’te fethedilen Bosna önceleri Rumeli Eyaletine bağlı imiş)
1593 – Özi (Silistre) Eyaleti (Edirne’nin kuzeyinden itibaren Kırım’a kadar Karadeniz kıyıları)
Eyalete bağlı bulunan “sancak” (aynı zamanda askeri birlik komutanı “sancakbeyi”) sayısı sürekli değişmiştir: 1475’te, Fatih dönemi – 17 sancak; 1520’de, Kanuni dönemi – 33 sancak; 1644’te – 15 sancak; 1700’lerde – 18 sancak; 1800’lerde – 16 sancak. Ayrıca, belirli coğrafi konumu olmayan, fakat savaş seferberliklerine “sancakbeyi” komutasında katılan askeri birlikler de varmış (Yörük Sancakbeyi; Voynuk Sancakbeyi; Çingene Sancakbeyi; Kırk Kilise Müslümanları Sancakbeyi).
2. Mahmud’un Yeniçeri Ocağını kaldırmasından sonra (1826) büyük eyaletler daha küçük eyaletlere bölünmüş ve Rumeli Eyaletinden önce 4 eyalet (Edirne, Selânik, Manastır ve Yanya Eyaletleri), 1846’da daha 2 eyalet (Niş ve Vidin Eyaletleri) oluşturulmuştur. Ancak 1864’teki büyük idari düzenlemeyle eyalet sistemi tamamen kaldırılmış, yerine “Vilâyet” taksimatı ve idareci olarak da “Vali”ler getirilmiştir.


Ertesi sabah Sofya’dan kuzey-batıya yöneldik, 60 km sonra Sofya Ovasını batıdan sınırlayan Dragoman tepelerini (rakım 720 m) aştık ve Nişava Vadisine doğru inişe geçtik. Kalotina-Dimitrovgrad (eski adı Çaribrod) sınır kapısından Sırbistan’a girdik. Bulgaristan topraklarında Balkan Dağlarının güney eteklerinden doğan Nişava suyu Sırbistan’a girerek dağlık bölgede dar boğazlar ve genişlemiş ovalar arasında batıya doğru ilerler ve Niş’i geçtikten 10 km sonra Güney Morava nehrine dökülür. Bugünkü karayolu ve demiryolu da Nişava suyunu takip etmektedir. Göze çarpan ilk ovanın ortasında Pirot (nüfus 38 bin, rakım 370 m) kasabasına Osmanlı Şehirköy demiştir. Mithat Paşa’nın Niş Valiliği yıllarında (1863) Şehirköy’de ilk “Memleket Sandığı” kurulmuş olduğundan TC Ziraat Bankası’nın da kuruluş yeri sayılmaktadır.

               Mithat Paşa (1822, İstanbul – 1884, Taif): Rusçuklu Hafız Mehmet Eşref’in oğlu olup Divan-ı Hümayun kaleminde yetişti. Memuriyete Niş Valisi olarak başladı (1863), ilk “Memleket Sandığı”nı Pirot’ta kurdu. İlk Tuna Valisi olarak 3 yıl Rusçuk’ta çalıştı. Sonra Bağdat Valiliği ve Şurayı Devlet (Danıştay) başkanlığı yaptı. İki kez kısa süreli sadrazam oldu. İlk Osmanlı Anayasası (Kanun-i Esasi) hazırlayan kurulun başkanlığını yaptı. 1876’da Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde, 3 ay sonra 5. Murad’ın da indirilip 2. Abdülhamid’in tahta çıkarılmasında önemli rol aldı. Abdülhamid onu darbe yapmakla suçlayıp “Yıldız Mahkemesi”nde idama mahkum etti. Sonra bunu ömür boyu hapse çevirdi ve Arabistan’daki Taif Kalesine (1881) sürdü. 8. Mayıs 1884 günü kendi muhafızı (Edirneli Berber İsmail) tarafından boğularak öldürüldü. 1951’de cenazesi İstanbul’a getirildi ve Abide-i Hürriyet tepesine defnedildi.

Bela Palanka (Akpalanka, nüfus 8 bin, rakım 300 m) sonrasında ise Nişava nehri ünlü Siçevo Kanyonu’na girer. İstanbul-Belgrad arasındaki askeri yolun en dar yeri olan bu boğazdan ikibin yıl önce Romalıların nasıl yol geçirebildiklerini hayretle karşılamak gerekir. Siçevo Kanyonu’ndan sonra dağlar açılır ve genişlemiş ovanın ortasında Sırbistan’ın üçüncü büyük şehri Niş (nüfus 183 bin, rakım 195 m) görülür. İstanbul’un banisi Roma imparatoru Büyük Konstantin’in doğum yeri (M.S. 272) olan bu tarihi şehir (Naissus, Nyssos), daha 1. Murat döneminde Osmanlı topraklarına katılmış, çevresi Türk asıllı göçmenlerle iskan edilmiş ve kalesi berkitilerek müstahkem uçbeyliği haline getirilmiştir. Diğer Sırbistan topraklarından farklı olarak Niş ve havalisi en son yıllara kadar hep Türklük bölgesi olarak anılmıştır. Ayastefanos Antlaşmasıyla (3 Mart 1878) önce Bulgaristan’a, dört ay sonraki Berlin Antlaşmasıyla (13 Temmuz 1878) da Sırbistan’a terkedilmiştir. Azınlık olarak Sırp idaresinde kalmak istemeyen 80,000 Türk beşyüz yıllık ata topraklarını terk etmiştir. Niş, fethedilişi, idaresi ve elden çıkması bakımından bugünkü Bulgaristan topraklarının kaderini paylaşmıştır.

Şopluk: Niş ile Sofya arasında kalan topraklar (özellikle Pirot-Bela Palanka) her zaman Bulgar-Sırp anlaşmazlıklarına sebep olmuş, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Bulgar askerleri geçici olarak buraları işgal etmişlerdir. Söz konusu ara bölge “Şopluk” olarak bilinir, Bulgarca ve Sırpça arasında kalan Torlak şivesini (Torlakian dialect) kullanırlar. Bazı tarihçilerin iddialarına göre 11. yüzyılda kuzeyden gelen Peçenek kabilelerini yenen Bizans, geri kalanları kuzeyden güneye Severin (bugün Romanya’da), Batı Balkan Dağları, Sofya’nın batısı ve güneyi (Radomir, Breznik, Tırın), Köstendil’in batısı (Bosilegrad) ve Kosova’nın doğusu (Gilan) gibi alanlara iskan etmiş ve Ortodoks Hıristiyan yapmıştır. Osmanlı döneminde bunların bir kısmı (Goralılar) Müslümanlığı benimsemişler, fakat Torlak şivesini sürdürmüşlerdir. Mutlak çoğunluk artık Türkiye’ye göç etmiştir.

Niş merkezinde ayakta kalabilmiş şehir camiini gördükten sonra en önemli Osmanlı eseri olan Niş Kalesini ziyarete gittik (Res. 4-a). Nişava nehrinin sağ kıyısında bulunan kaleye İstanbul Kapısından (Stambul Kapiya) girdik ve kaleiçindeki Bali Bey Camii’ne (Res. 4-b) kadar yürüdük. Şehir halkının park, gezi ve eğlence yeri olarak kullandığı kaleiçinde hamam kalıntıları da onarılmış ve lokanta olarak değerlendirilmişti.



Res. 4: Niş’te Osmanlı eserleri – a) Niş Kalesi, Stambul Kapiya; b) Kale içinde Bali Bey Camii


Niş sonrası Morava Vadisine ulaştık ve buradan geçen güney-kuzey otobanı sayesinde hızla kuzeye doğru yol almaya başladık. Selânik’ten Belgrad’a giden otoban Balkan Yarımadasının en önemli kuzey-güney doğrultulu ulaşım atardamarı olup, aynı zamanda Batı Balkanları Doğu Balkanlardan ayırmaktadır.

Roma İmparatorluğu döneminde bu bölge Provincia “Moesia Superior”, Yukarı Meziya (daha sonra, M.S. 271 sonrası, “Dacia Aureliana” adını almıştır) eyaleti  olarak adlandırılıyordu. Batıda Drina nehrinden doğuda Ciabrus (bugün Tsibritsa, Bulgaristan’da Batı Balkan Dağlarından kaynak alıp Tuna’ya dökülür) suyuna kadar geniş bir alanı kapsıyordu. Kuzeyden Tuna nehri “limes” (sınır) olarak müstahkem kalelerle korunuyordu, fakat “Kavimler Göçü” asırlarında bu eyalet çok zarar görmüştü. Günümüzde Belgrad – Niş – Vidin arasında kalan dağlık alanı kaplıyordu.

Morava Vadisi, genişlemiş ovalar silsilesi (Pomoravye) şeklinde giderek alçalarak (180 m irtifadan 70 m’ye kadar) 200 km kuzeydeki Tuna nehrine kadar devam etmekteydi. Sağ tarafta kalan alçak tepelikli Homolye Dağları (azami yükseklik 1344 m) kuzeyde Demirkapı Boğazına kadar uzanırken, sol tarafta Sırbistan’ın kalbi sayılan “Şumadiye” bölgesi uzaktan görünüyordu. Sık ormanlarla kaplı bu bölge daha batıdaki Drina Vadisinde (Podrinye) Bosna topraklarına kadar uzanmaktadır. Yaprak döken meşe ormanlarının tabanında oluşan “şuma” (döküntülü toprak örtüsü), meşe palamutlarını seven domuzlar için uygun doğal ortam sağlıyordu ve yüzyıllardan beri Sırplar Avrupa’ya domuz eti ve canlı domuz ihracatı ile geçinmişlerdi. Sırbistan’ın bu bölgeleri Osmanlılar tarafından daha geç fethedildikleri için (İstanbul’dan sonra, 1459’da) yoğun Türk iskânı yapılamamış, sadece kalelere asker ve kentlere idareci yerleştirilebilmiştir. Gerileme devrinde ilerleyen Avusturyalılara karşı yerel halktan destek görülmemiş, 1804’ten sonraki Sırp Ayaklanmaları da bu bölgelerde başarılı olmuştur.

1804-1813 Birinci Sırp Ayaklanması: Bir domuz çobanı olan Karacorci Petrovič önderliğinde Belgrad, Smederevo (Semendire), Požarevac (Pasarofça) ele geçirildi ve Ruslar tarafından desteklendi. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşından sonra 1813’te ayaklanma bastırıldı, Karacorci Avusturya’ya kaçtı. 1817’de Sırbistan’a dönmek isterken, popülaritesini kıskanan Obrenoviç’in adamları tarafından öldürüldü. Fakat sonraki yıllarda oğlu ve torunları iktidara gelerek Sırbistan prensleri (knez) ve kralları oldular. 19.-20. yüzyıl Sırbistan tarihi bu iki hanedanın (Karacorci ve Obrenoviç) kanlı mücadeleleri ile geçmiştir.

1813-1815 İkinci Sırp Ayaklanması: Bir domuz tüccarı olan Miloş Obrenoviç önderliğindeki bu ayaklanma sonunda, yumuşak geçişle yerel özerklik (1815) tanındı, Osmanlı Sultanına bağlı otonom Sırbistan Prensliği (1832) kabul edildi, Türk nüfus tahliye edildi, fakat önemli kalelerde Türk garnizonları kaldı. 1867’de son Osmanlı askerleri Belgrad ve Semendire  Kalelerini boşalttılar ve Niş’e çekildiler.

1876-77 Osmanlı - Sırbistan ve Karadağ Savaşı (18.Haz.1876-28.Şub.1877): 1875-76 yıllarında Bosna-Hersek’te ve daha sonra Bulgaristan’da Osmanlıya karşı ayaklanmalar oldu. Sırbistan ve Karadağ Prenslikleri bu ortamı fırsat bilerek Osmanlı’ya savaş ilân ettiler, fakat 8 ay süren çarpışmalarda Osmanlı ordusu üstün geldiyse de, Avrupa’nın baskısıyla Şubat 1877’de toprak değişiklikleri olmadıan barış imzalandı. Sırbistan cephesinde çarpışan Osman Nuri Paşa (geleceğin Gazi Osman Paşası) başarılı oldu ve müşir unvanı aldı. Bu iki prenslik bir yıl sonra 1877-78 Osmanlı-Rus harbinin son safhasında yeniden Osmanlı topraklarına saldırdılar ve Berlin Konferansında (Temmuz 1878) önemli toprak parçaları elde ettiler.


Belgrad’a 50 km kala Smederevo sapağında otobandan çıktık, doğruca kuzeye giderek Tuna kıyısındaki Semendire Kalesini gördük. 63 bin nüfuslu Smederevo (Semendire) şehri Sırplar için sembolik tarihsel değerdir - son Sırp devletinin başkenti ve yeniden kurulan Sırp Prensliğinin de ilk başşehri (1806) olmuştur. Önce 2. Murat tarafından fethedilmiş (1439), Macarların müdahalesiyle elden çıkmış, 20 yıl sonra oğlu 2. Mehmet (Fatih) 1459’da tekrar fethederek bütün Sırbistan’ı ilhak etmiştir. Ünlü kalesi çok geniş alan kaplamakta olup Semendire Sancakbeyine bağlı askeri garnizonu barındırmıştır. Osmanlı tarafından defalarca onarılan dış kale ve içkale surları yerli yerinde durmakta, fakat Osmanlının diğer sosyal ve dini tesislerinden eser kalmamıştır (Res. 4-c,d).  



Res.4: Semendire Kalesinden Tuna nehri ve iç avlu

Semendire’nin 45 km batısında bulunan Belgrad’a doğru yol almaya başladık. İnişli çıkışlı bir yayla görüntüsü veren bölgenin en yüksek tepesi (Avala, 500 m) üzerinde modern televizyon kulesi göze çarpıyordu. Şumadiye yükseltilerinin bir “yarımada” gibi kuzey uzantısı sayılan bu alan, batıda Sava nehri, kuzeyde Tuna nehri ve doğuda Morava Vadisi tarafından sınırlanıyordu. Daha kuzeyde ise uçsuz bucaksız Pannonya Ovası uzanıyordu. Orta Avrupa’nın en geniş düzlüğü olan bu ova jeolojik devirlerde bir denizin dibi imiş ve tektonik hareketler sonucu yarılan Demirkapı Boğazı sayesinde suları Karadeniz’e doğru boşalmış. Çevre dağlardan gelen bütün akarsuları toplayan Tuna nehrinin başlıca kolları Sava ve Drava (batıdan), Tisa (kuzeyden), Temeş (doğudan) ve Morava (güneyden) nehirleridir.

Tisa (Mac: Tisza; Srb: Tisa; Lat: Tissus; Gr: Pathissos; Alm: Theiss) Tuna’nın en uzun kolu olup toplam uzunluğu 1358 km’dir. Batı Ukrayna’da Karpat Dağlarının kuzey eteklerinden doğar, kuzey-doğudan güney-batıya Büyük Macaristan Ovasını kateder (966 km’si bu ülkededir), Tokaj, Szolnok, Szongrad ve Segedin (Szeged) şehirlerini geçtikten sonra Sırbistan’ın Voyvodina topraklarına girer ve Salankamen (Novi Slankamen) karşısında soldan Tuna’ya kavuşur. Az eğimli bir düzlükten geçtiği için çok yavaş akar, sürekli yatağını değiştirir, birçok kanallara ayrılır, muazzam taşkınlar yapar. En önemli kollarını sol tarafından (Transilvanya’dan) alır: Szamos (Rom: Someş); Körös (Rom: Crişul) ve Maros (Rom: Mureş). 1846-1880 arası Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Avrupa’nın en geniş çaplı taşkın önleme çalışmalarını yapmış ve güvenli yeni yatak ve kanallar açmıştır. Bir inanca göre ünlü Hun hakanı Attila’nın (öl. M.S. 453) gizli mezarı üzerinden bu nehrin suları geçirilmiş ve halen bulunamamaktadır.
Sava (Alm: Sau; Mac: Száva) uzunluk bakımından ikinci, fakat su miktarı bakımından en önemli koldur - toplam uzunluk 990 km (son 206 km’si Sırbistan’da). Slovenya Alplerinden kaynaklanır, batıdan doğuya doğru akar, Hırvatistan ile Bosna arasında doğal sınır oluşturur (Posavina) ve Sırbistan’ın Maçva bölgesinde kavis yaparak Belgrad Kalesi’nin batısında Tuna’ya kavuşur. Üç başkentten geçmiş olur: Ljublana, Zagreb ve Belgrad. Coğrafi olarak Balkan Yarımadasının üst sınırı kabul edilir. En önemli kollarını güneyden alır – Bosna’yı ve Sırbistan’ın Şumadiye topraklarını akaçlar.
Drava (Alm: Drau) Uzunluğu 750 km olan bu nehir daha kuzeyde Avusturya Alplerinden başlar, Sava nehrine paralel seyreder, Slovenya ve Hırvatistan’dan geçerek Össek (Osijek) sonrası Tuna nehrine dökülür. Uzunluğu 750 km’dir. Büyük bir bölümü Hırvatistan-Macaristan sınırını oluşturur.
Temeş (Rom: Timiş; Srp: Tamiš; Mac: Temes; Alm: Temesch) uzunluğu 339 km olup, Romanya’daki Güney Karpat Dağlarının Banat Yaylasından doğar, önce kuzeye sonra batıya doğru akar, Caransebes (Karansebeş), Lugoj (Logoş) ve Timişoara (Temeşvar) şehirlerinden geçtikten sonra Sırbistan Banat’ına girer ve Belgrad yakınlarında Tuna’ya soldan dökülür.
Morava nehri Sırbistan’ın tarihsel ana akarsuyu olup, iki ana kolun birleşmesiyle meydana gelir: Makedonya sınırından itibaren kuzeye akan Güney Morava (esk. Angrus, 295 km) ve Kosova-Sancak bölgelerini akaçlayan Batı Morava (esk. Brongus, 493 km). Nişava suyu Güney Morava’ya sağdan döküldükten 30 km sonra, Stalač yakınında iki ana kol birleşerek Velika Morava (Büyük Morava, esk. Margus) adını alır ve 185 km daha kuzeye doğru akarak Semendire’nin doğusunda Tuna’ya sağdan kavuşur.
Not: Slav dillerinde “morava” kelimesi “çayırlık, otlak” anlamındadır ve Çek Cumhuriyeti’nin doğusunda aynı ismi taşıyan ikinci bir Morava nehri vardır. Tuna nehrine Viyana ile Bratislava arsında soldan dökülen bu akarsuyun akaçladığı bölge “Moravia” olarak bilinir ve Ortaçağ’da güçlü bir Slav Devletine “Velika Moravia” (Büyük Moravya) adını vermiştir. Başşehri Brno (Alm: Brünn) olarak bilinir.

Belgrad Kalesi (bugün Kalemegdan) Sava nehrinin Tuna’ya döküldüğü köşedeki 100 metrelik yükseltiye kurulmuş, aşağıdaki ovayı ve nehirleri gözetleme imkânlarına sahiptir. Kelt kökenli “Singi” kabilesinin yerleştiği bu stratejik noktaya Romalılar “Singidunum” adını vererek askeri amaçlı ilk istihkâmı yapmışlardı. M.S. 395’te Bizans’ın hissesine düşen kale Bulgarların eline geçmiş ve Belgrad (=Akşehir) olarak anılmaya başlanmış (günümüzde Sırplar Beograd demeyi tercih ediyorlar, Macarlar ise Nandorfehervar, yani Bulgar-ak-hisarı diyorlar). Osmanlının “orta kol” ilerlemesinde en önemli düğümü Belgrad oluşturmuştur. İki kez kuşatılmış (1440’ta 2. Murat ve 1456’da Fatih Sultan Mehmet), aylarca süren kanlı çatışmalara rağmen alınamamış. Ancak üçüncü denemede 1521’de Kanunî Sultan Süleyman (1520’de tahta çıkmış) başarılı olmuş ve kendisine Orta Avrupa yolları açılmıştır. Osmanlı bu kaleyi Sırpların elinden değil Macarların elinden almış, güçlü Macar Devletinin savunmasını çökerterek, beş yıl sonra, 1526’da Mohaç Meydan Muharebesinde bu devleti tarih sayıfasından silebilmiştir. 19. yüzyıl başlarında kurulan yarıbağımsız Sırbistan Prensliği 1841’de başkentini Belgrad’a taşımış olmasına rağmen Belgrad Kalesinde Osmanlı garnizonu 1867’ye kadar kalmıştır.
Eski Yugoslavya’nın (bugün sadece Sırbistan’ın) başkenti olan Belgrad, 1,3 milyonluk nüfusuyla, üç tarihi kısımdan oluşmaktadır: Eski Belgrad (yukarıda, kalenin dışında), Yeni Belgrad ve Zemun (Osmanlı döneminde Zemlin). Son iki birim aşağıdaki düzlük ovada, Sava nehrinin batısında yer almaktadır. Osmanlı izleri taşıyan en büyük eser kuşkusuz Belgrad kalesidir. Burada da “Stambul Kapiya” adını taşıyan doğu kapısından girerek kale içindeki Şehit Ali Paşa (Moralı Ali Paşa veya Silâhdar Damat Ali Paşa olarak da bilinir, 1716 Petrovaradin Savaşında şehit olmuştur) Türbesini gördükten sonra panoramik seyir teraslarından aşağıdaki nehirler, köprüler ve adalar izlenmiştir.

Silâhdar Damat Ali Paşa (= Şehit Ali Paşa) (1667 – 1716, Petrovaradin): İznik gölü kıyısında Sölöz köyünden olup, Enderun’da yetişmiş, 2. Mustafa’nın silâhdarı, 3. Ahmed’in damadı olmuştur (1709). 1714’te Venedik elinden Mora Yarımadasını geri aldığı için “Moralı” lakabını almıştır. 1716’da Avusturya üzerine yürümüş ve 5. Ağustos 1716’da Petrovaradin yenilgisinde şehit düşmüştür (bu nedenle “Şehit Ali Paşa” olarak da bilinmektedir). Cesedi Belgrad’a getirilmiş ve Kaleiçi’ndeki türbesine gömülmüştür. Son yıllara kadar bu türbe hem müslümanların, hem de hıristiyanların ziyaretgâhı ve dua yeri olmuştur.

Niş’te ve Semendire’de olduğu gibi Belgrad’ta da, son şekilleri itibariyle Osmanlı Kaleleri olan eserler korunmuş, restore edilmiş ve halka açık parklar olarak halen hizmet etmektedirler. Havanın kararması nedeniyle kale dışında kalan Bayraklı Camii’yi görme imkânı bulamadık. Konaklamak için Sava nehri üzerindeki Gazela köprüsünden geçerek Yeni Belgrad semtindeki İn Hotel’e yerleştik (Res. 5 ve Res. 6).

  

Res. 5: Belgrad Kalesi içinde Şehit Moralı Ali Paşa türbesi



Res. 6: Kalemegdan’dan Tuna (sağda) ve Sava (solda) nehirlerinin birleştiği nokta


Pannonia: Tarihi ve coğrafi bölge olarak ilk defa Roma vesikalarında zikredilir. İlliryalılara akraba sayılan Pannoni kabilelerinin yaşadığı bu topraklar M.Ö. 35 yıllarında Augustus tarafından itaat altına alınmış, bilâhare oluşturulan Provincia Pannonia (Pannonya Eyaleti) çok geniş alanı kaplamıştır. İmparator Traianus (M.S. 98-117) döneminde ikiye (Pannonia Superior ve Pannonia İnferior), imparator Diocletianus (M.S. 284-305) döneminde dörde bölünmüştür (Pannonia Prima, Secunda, Siscia, Valeria). Alp Dağlarından doğuda Transilvania’ya, Kuzey Macaristan Dağlarından güneyde Sırbistan ve Bosna’nın dağ eteklerine kadar dümdüz veya az engebeli çöküntüleri kapsıyordu, fakat Tuna nehrinin ötesine Romalılar karışmıyordu. Bugün Macaristan’ın tümü, Hırvatistan, Kuzey Sırbistan, kısmen Avusturya ve Bosna sınırları içinde kalmaktadır. Romalılardan sonra bu ovalarda Hun İmparatorluğu (M.S. 370-469), daha sonra da Avar Kağanlığı hüküm sürmüştür (M.S. 562-823). Çağdaş jeologlar tarihöncesi çağlarda bu çöküntüleri dolduran Pannonia Denizi’nden bahsederler. Bu nedenle Hırvatistan topraklarındaki izole ve alçak (500-600 m) dağlar (Fruška Gora, Vršac Gora) için Panonya Adaları Dağları (Pannonian İsland Mountains) tabiri kullanırlar.

Ertesi sabah Panonya Ovasının en alçak kesimini oluşturan Sirem (Syrmium, Srem) düzlüğünde kuzeye doğru Novi Sad otobanında yol almaya başladık. Fakat yeni Tuna köprüsüne varmadan önce otobandan çıkarak Sremski Karlovci (Karlofça) hedefimize yöneldik. Amacımız 8 bin nüfuslu bu küçük kasabayı görmekti. Çünkü hepimizin tarihten bildiği “Karlofça Antlaşması” 26 Ocak 1699 tarihinde burada imzalanmış ve Osmanlı İmparatorluğu için gerileme devri başlamıştı. Tuna’nın sağ kıyısında, dik bir tepenin üzerinde antlaşmanın imzalandığı ünlü “Capela Mira” binası uzaktan görünüyordu, fakat dar ve dik sokaklara otobüsümüzün giremeyeceği anlaşılınca sadece izlemekle yetindik. Tuna Nehrinin sağ kıyısı boyunca 8 km devam ettikten sonra da sol tarafımızda bir toprak yükseltisi üzerinde Petrovaradin Kalesi’ni görebildik. Osmanlının hüküm sürdüğü yıllarda bu tepe üzerinde sadece Aziz Petros adına bir manastırın bulunmasına rağmen, 1687 yılında Avusturyalıların eline geçmiş ve Fransa’dan mühendisler getirilerek olağanüstü güçlü bir askeri kale halinde tahkim edilmiş (Peterwardein, bazı kaynaklarda “Avusturya’nın Cebelitarik”i denmiştir). Nitekim Osmanlı orduları burada iki büyük mağlubiyet yaşamıştı. 1694’te Sürmeli Ali Paşa ve 1716’da Moralı Ali Paşa komutasında Osmanlı orduları kaleyi kuşatmışlarsa da geri alamamışlar, hatta ikinci kuşatmada Moralı Ali Paşa şehit düşmüştü.
Tuna üzerinde bir köprüden geçerek, Petrovaradin Kalesinin tam karşı kıyısında yer alan Novi Sad (= Yeni Bahçe) şehrine ulaştık. 231 bin nüfuslu bu şehir Osmanlının bu toprakları terk etmesinden sonra, bahçecilikle uğraşan üç köyün birleşmesiyle geliştiği için herhangi bir Osmanlı eseri barındırmıyordu. Tuna’nın su seviyesinin rakımı burada 77 m’ye çıkıyordu (Belgrad karşısında 68 m idi, Budapeşte’de ise 100 m olacağını bekliyorduk). Novi Sad (Mac: Ujvidek; Alm: Neusatz)  Sırbistan’ın ikinci büyük şehri ve Voyvodina özerk bölgesinin de başşehri sayılıyordu. Mola vermeden şehir turu yaptık ve düzgün yollarını, geniş caddelerini ve modern binalarını otobüsten izledik.
Tuna’nın sol kıyısı ile Tisa nehri arasında kalan bölge tarihi Baçka bölgesi olarak adlandırılıyordu. Tisa nehrinin doğusu ise Banat olarak bilinir (dönüş yolunda bu bölgeden geçecektik). Bu sefer Tuna’nın sol kıyısı boyunca kuzeye doğru yol alarak Baçka Palanka (Osmanlı döneminde Küçük Hisar, nüfus 28 bin) karşısındaki Tuna köprüsünden Hırvatistan topraklarına İlok (Uyluk) sınır kapısından girdik. Hırvatistan’dan 4 saatte tranzit geçmemizin nedeni Mohaç Meydan Muharebesi alanının Hırvatistan hududuna sadece 10 km mesafede bulunması idi. Ayrıca bu savaşa giden Kanunî Sultan Süleyman’ın ordusu da Tuna nehrinin sağ kıyısını izlemişti. Bugün Hırvatistan’ait olan ve Slavonya (esk. Sclavonia) olarak bilinen bu topraklar 1526’da fethedilmiş ve 1687’ye kadar 151 sene Osmanlı idaresinde kalmıştı. Yugoslavya’nın parçalanması ile sonuçlanan son içsavaşta (1991-1995) bu bölgede kanlı Sırp-Hırvat çatışmaları yaşanmış ve karşılıklı katliamlar yapılmıştı (Vukovar [nüfus 27 bin] şehrinde acımasız Sırp bombardımanlarının izlerini binaların duvarlarında görmek hala mümkün; Osiyek’te ise Hırvatlar azınlıktaki Sırpları katletmişti). Bosna’da ve Kosova’da olduğu gibi yıllarca birlikte yaşayan insanlar burada da kan dökerek birbirlerini boğazlamışlardı. Yol onarımları nedeniyle 83 bin nüfuslu Osijek (Roma döneminde Mursa; Mac: Eszék; Alm: Esseg; Osmanlı yıllarında “Össek” adında sancak merkeziydi) şehrine girmeden, çevre yolundan ve Drava köprüsünden geçerek kuzeydeki Duboşevica-Udvar sınır kapısından Macaristan’a ulaştık.
Tuna’nın sağ kıyısında bulunan Mohaç (Mohács) şehrine varmadan, sol tarafta Sátorhely köyüne giden yol, birkaç kilometre sonra bizi tarlalar arasında yer alan “Mohácsi Történelmi Emlékhely” Müzesine ulaştırdı (Res. 7-a,b). 29 Ağustos 1526 tarihinde cereyan eden ve tarihimizde Birinci Mohaç Meydan Muharebesi olarak bilinen çarpışmada Macar ordusu tamamen yok edilmiş ve son Macar kralı 2. Layoş maktul düşmüştü. Bilâhare Macar toprakları Osmanlı, Avusturya ve çifte vasal prenslik sayılan Erdel arasında paylaşılmış, 151 yıl sonra Avusturya üstün gelince tüm Macaristan (Erdel ile birlikte) 220 sene daha Habsburg İmparatorluğunun egemenliğinde kalmıştır. Müstakil Macaristan Devleti ancak 1. Dünya Savaşının bitiminde (1918) kurulabilmiştir. Savaş alanından çıkan silah ve insan kemikleri 1976’da bir müzede toplanmış, 2011 yılında Macar kraliyet tacını andıran bina ile son derece etkileyici açık hava ruhlar alanı ulusal mimari yarışma sonucu inşa edilmiştir.



Res. 7: Mohaç Meydan Muharebesi Müzesi  ve ruhlar alanı 

Bu alanın 30 km güneybatısında, Nagyhársany köyü yakınında 12 Ağustos 1687 tarihinde İkinci Mohaç Savaşı yapılmış ve Sarı Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Avusturyalılara yenilmiştir. Bu mağlubiyet bardağı taşırmış, kızgın yeniçeriler İstanbul’a yürüyerek 39-yıldır hüküm süren 4. Mehmed’i tahttan indirmişler ve tüm bu yılları “altın kafes”te kapalı geçiren kardeşi 2. Süleyman’ı (45 yaşında, fakat bedenen ve ruhen çökmüş) oturtmuşlardır.  İkinci Mohaç Savaşı Macarları heyecanlandırmamış ve kendi tarihlerinin bir parçası olarak görmedikleri için herhangi bir anıt dikmemişlerdir.   

Benzer durum Birinci ve İkinci Kosova Savaşları için de geçerlidir. Birinci Kosova Savaşını (15 Haziran 1389) kendi faciaları olarak unutamayan, anıtlar ve anma törenleri düzenleyen  Sırplar, 60 yıl sonraki (17-18-19 Ekim 1448) İkinci Kosova Savaşını kendileri için önemli saymamaktadırlar. Çünkü bu kez Osmanlının karşısında Sırplar değil, Macar kralı ve müttefikleri vardı, Sırplar ise Hıristiyan dayanışmasına rağmen tarafsız kalmışlardı. Çünkü katolik Macarların egemenliğine girmekten korkuyorlardı. Sırp topraklarından geçen Macar askerleri ortodoks ahaliye düşmanca davranmışlar ve zalimlikler yapmışlardı. Bu nedenle savaş alanından kaçan János Hunyadi yakalanmış ve bir süre tutuklu kalmıştır.
  
Esas Osmanlının felâketini getiren, “Duraklama dönemi”nin bittiğini ve “Gerileme dönemi”nin başladığını ayan beyan ortaya koyan korkunç “Uzun Savaş”tır:

“Uzun Savaş”: Batılı tarihçiler genellikle “Great Turkish War” (1683-1699) derler. 16 yıl süren ve 4 ülkeyle savaşan Osmanlıya karşı “Kutsal İttifak” (Holy League) oluşturuldu [Papa İnnocentius XI gayretleriyle katolik ülkeler Avusturya, Lehistan ve Venedik, daha sonra Rusya da katıldı]. Savaşı, iddialı ve ihtiraslı sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa başlattı, fakat başarısızlıkların ilk kurbanı oldu. Savaş süresince tahtta dörder yıl arayla dört zayıf sultan değişti (4. Mehmet döneminde 1683’te başladı, 2. Süleyman [1687-91], 2. Ahmet [1691-95] ve 2. Mustafa [1695-1703] döneminde Karlofça Antlaşmasıyla son buldu).
                1683 İkinci Viyana (Beç) Kuşatması (14.Tem.-12.Eyl.) başarısız oldu [Merzifonlu Kara Mustafa Paşa]
                1686 (2.Eyl) Budin Kalesi düştü [son beylerbeyi Abdurrahman Abdi Paşa şehit oldu]
                1687 (12.Ağ.) İkinci Mohaç Savaşında yenilgi [Sarı Süleyman Paşa yeniçeriler İstanbul’a yürüdü ve 4.Mehmet tahttan indirildi]
                1691 Salankamen Savaşında yenilgi [Sadrazam Fazıl Mustafa Paşa şehit düştü]
                1694 Petrovaradin Savaşında yenilgi [Sadrazam Sürmeli Ali Paşa]
                1697 Zenta (Senta) Savaşında (11.Eyl.) büyük bozgun [Sadrazam Elmas Mehmet Paşa şehit düştü, Sultan 2. Mustafa Temeşvar’a çekildi]
                1699 (26.Ocak) Karlofça Antlaşması imzalandı (Tuna’nın kuzeyinde sadece Temeşvar Eyaleti kaldı)

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (1635, Merzifon – 25.Aralık 1683, Belgrad): Köprülü Mehmet Paşa’nın evlatlığı ve damadıdır. Büyük oğlu ve akranı Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın tüm seferlerine katılmış, onun 41 yaşındayken ölümü üzerine sadrazam olmuştur. “Uzun Savaşı” başlatan başarısız İkinci Viyana Kuşatması dönüşünde Belgrat’ta iki cellâd idam fermanını getirince, abdest almış, namaz kılmış ve “…şöyle temiz bir kesiver evlâdım…” demiştir. Kellesi altın tepsi içinde sultana getirilmiş ve Edirne’deki Saruca Paşa Camii haziresine defnedilmiştir. Kitabesinde “…Serdarı ekrem Sadrazam Kara Mustafa Paşa çevresini ermişlerin sardığı bir makama gitti. Çok çaba gösterdiği bir savaşta yaptıklarından ötürü suçu yokken öldürüldü. Şimdi ebediyen kalacağı Cennetin altıncı bahçesinden sesi duyulan bir şehit oldu…”. Kayseri - İncesu’da kervansarayı ve hamamı, Edirne’de Arasta Çarşısı girişinde çeşmesi bulunmaktadır.

 Mohaç Müzesinden ana yola geri döndük, Mohaç şehrine girmeden batıya saparak 40 km batıda bulunan Peç (Pécs) şehrine ulaştık. Mecsek Dağlarının (en yüksek tepesi 682 m) güney eteklerinde, 135 m rakımda ve bereketli Baranya ovasına hakim, 157 bin nüfuslu bu tarihi şehir bizleri şaşırttı ve mest etti. Orta Avrupa’ya has mimarisi, sokakları, meydanları, muhteşem kiliseleri arasında özenle korunmuş Osmanlı camileri ve hamamları başka yerde görülemeyecek bir tablo oluşturuyordu. Şehrin tam göbeğinde, Belediye Binasının da bulunduğu ünlü Seçeni meydanında (Czéchenyi tér) büyük kubbesiyle Gazi Kasım Paşa Camii (Res. 8-a) herkesçe biliniyor ve her taraftan görünüyordu. 1543-46 arası inşa edilmiş olan caminin minaresi yıkılmıştı, kubbenin üzerindeki haç ve hilâl ilginç tezat oluşturuyordu, amma velâkin adıyla sanıyla orada duruyordu. Onarımda olduğu için içine giremedik. Fransisken sokağından (Ferencesek utcaja) 200 m batıya yürüdük ve yol kenarında Memi Paşa Hamamı’nın korunmaya alınmış kalıntılarını gördük. Biraz daha yürüyünce tam teşekküllü bir Osmanlı camii çıktı karşımıza – Yakovalı Pasan Paşa Camii (Res. 8-b). Minaresi ve alemi yerinde, halılar serilmiş ve müze olarak ziyarete açılmıştı.
        

            Res. 8: Peç şehir merkezinde a) Gazi Kasım Paşa Camii,  b) Yakovalı Hasan Paşa Camii

Osmanlı çok benimsediği bu şehre Peçuy da demiştir. Macarlara göre şehrin adı Türklerin “penç”, yani Farsça “beş” sözcüğünden gelmektedir. Çünkü önceki adı “Beş kilise” anlamındayadı (Lat: Quinque Ecclesiae; Alm: Fünfkirchen). Ünlü tarihçimiz İbrahim Peçevî’nin doğum yeridir.

İbrahim Peçevî (1572, Peçuy – 1650, Budin): Lala Mustafa Paşa’nın himayesinde yetişti. Estergon (1595) ve Eğri (1596) fetihlerinde bulundu. Tokat, İstolni Belgrad ve Temeşvar defterdarlığı yaptı. Budin’e yerleşti ve ünlü tarih kitabını burada yazdı: “Tarih-i Peçevî” (iki cilt, 1520-1648 dönemini anlatır).

Ertesi sabah Baranya ovasında 30 km güneye gittik ve 10 bin nüfuslu Şikloş (Siklós) kasabasına ulaştık. Bir zamanlar sancak merkezi olan ve iyi muhafaza edilmiş kalesi bulunan Şikloş’ta, ana cadde kenarında kiremit örtülü çok sevimli, bir o kadar da hüzünlü  Malkoç Bey Camiine hayran kaldık (Res. 9-a,b). Fatih’in ünlü fedaisi Malkoçoğlu ile ilişkisi olup olmadığı bilinmeyen Malkoç Bey 1543-1565 arası burada sancakbeyliği yapmıştı. Restore edilmişti edilmesine, içerisini de dekore etmişlerdi, bekçisi vardı, gelip gidene kapısını açıyordu, fakat cemaati de, imamı da olmadığı için “öksüz cami” adını koyduk. Memleketten o kadar uzakta, tenha bir diyarda yapayalnız ve unutulmuş görünüyordu. Malkoç Bey’in ruhuna birer Fatiha okumaktan başka bir şey elimizden gelmiyordu. Ve bu eserleri özenle koruyan Macarlara şükran duyguları hissettik.

   

 
         Res. 9: Siklós’ta Malkoç Bey Camii ve tarihi eser olduğunu belirten Macarca mermer levha

Tekrar Peç’e döndük, fakat şehir içine girmeden çevre yolundan batıya yöneldik. 35 km sonra nispeten küçük (10 bin nüfuslu), fakat bizim tarihimizde çok önemli yere sahip Zigetvar (Szigetvár) kasabasına ulaştık. Hafif engebeli bir arazide yer alan Zigetvar’ın ünlü kalesini uzaktan fark etmek zordu, çünkü geniş bir ağaçlık alanın ortasında kalmıştı. Bakımlı bir park-orman olarak düzenlenmiş bölgeye patikalardan yürüyerek vardığımızda azametli kale duvarlarını görebildik. Çevresini dolaştık ve giriş kapısını bulduk (Res. 10-a,b). Surlar onarılmış ve korunmaya alınmıştı. Kale içerisi de düzenlenmiş bir park halindeydi, kalabalık öğrenci grupları rehberler öncülüğünde ziyarete gelmişlerdi. Herhalde öğrencilere 1566 yılında yaşanan şanlı bir savunma olarak anlatılıyordu, çünkü çevredeki anıtlar ve heykeller Macar kahramanlara aitti. Kaleyi savunan komutan Mikloş Zrinyi’nin konutu müzeye çevrilmişti, fakat bitişiğindeki Süleyman Sultan Camii, yıkık minaresine rağmen hala ayaktaydı ve gezilebiliyordu. İçerisi bomboştu, sadece mihrabın yeri farkediliyordu.



Res. 10: Zigetvar Kalesi – a) giriş kapısı; b) kale içindeki Süleyman Sultan Camii

Kaleyi dolaştıktan sonra, Zigetvar’dan kuzeye giden Kapoşvar yolunda birkaç kilometre ilerledik ve sol tarafta Muhteşem Süleyman’ın son nefesini verdiği “Türbek” mevkiine geldik. 72 yaşındaki padişah buralara kadar yol tepmişti, kuşatma uzadıkça uzamış ve 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece çadırında vefat etmişti. Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ölümünü ordudan gizlemiş, fakat ertesi gün de Zigetvar Kalesi teslim bayrağını çekmişti. Kanunî’nin naaşı hekimbaşı Kaysunizâde Mehmet Efendi tarafından tahnit edilmiş ve içorganlarının gömülü olduğu bu yere oğlu 2. Selim tarafından türbe yaptırılmıştı. Yüzyıllarca yerli Macarlar burasını “türbek” olarak anmışlar, 1994 yılında Macar-Türk Dostluk Parkı şeklinde çevre düzenlenmesi yapılmıştı. Kaleyi savunan ve yenilen Macar komutan Kont Zrinyi ile kaleyi kuşatan ve fetheden Sultan Süleyman için ortak bir anıt inşa edilmişti (Res. 11-a,b)



Res.11: Zigetvar dışında “türbek” mevkiinde Macar-Türk Dostluk Parkı ve Kanuni’nin iç    organlarının  gömülü olduğu kabir

Kuzeye doğru yolumuza devam ettik, 67 bin nüfuslu Kapoşvar (Kaposvár) il merkezini geçtik ve bir saat sonra Balaton Gölü kıyısına ulaştık. Tuna nehrinin batısında kalan bu bölgeye Macarlar “Dunantul” (yani Tuna ötesi) diyorlar ve Tuna’nın doğusundaki düzlük ovaya benzemiyordu. Hafif dalgalı bir arazide tarıma açılmış tarlalar ve meyve bahçeleri ile bakımlı müreffeh köyler göze çarpıyordu. Orta Avrupa’nın en büyük gölü olan Balaton’a genellikle “Macarların Denizi” denir. Güneybatıdan kuzeydoğuya uzanan 78 km’lik uzunluğuna karşı genişliği 5-15 km’yi, derinlik ise 12,5 m’yi geçmiyordu. Kuzeyinde orta yükseklikte Bakony Dağları uzanıyordu. Bu dağların ardındaki “Kisalföld”ün, Küçük Macaristan Ovası’nın (aslında Tarlalık, çünkü “föld”= tarla) artık Avusturya topraklarına kadar ulaştığını haritadan anlayabildik. Zamanında Budapeşte’ye varabilmemiz için M7 (Zagreb-Budapeşte) otobanına Balatonszemes kavşağından çıktık. Bu otoban Balaton’un güney kıyısını uzaktan takip ettiği için gölü de uzaktan seyrettik. Macar krallarının taç giydiği ve çoğunun gömülü olduğu, Osmanlı fetihlerinde sıkça zikredilen Székesfehérvár’ı (anlamı Taht-ak-hisar, veya Slavca kökenli “İstolni Belgrad”) da uzaktan görebildik. Osmanlı döneminde Budin’in güneyinde ve Tuna kıyısında yer alan Hamzabey köyünü (bugün Budapeşte’nin banliyosu Erd) de otoban nedeniyle kaçırdık. Oysa burada yol ortasında duran tek minareyi (Hamza Bey Camii’nin) çok merak etmiştik. Otobanlar gezimize zaman kazandırıyordu, fakat seyrek olan kavşak bağlantıları her yere girip çıkmamıza izin vermiyordu.
Macaristan’ın başkenti Budapeşte 1,7 milyon nüfusuyla Orta Avrupa’nın en önemli ve güzel şehirlerinden biri sayılır. Şehir 145 sene Osmanlı idaresinde kalmış ve Budin Beylerbeyliği’nin merkezi olmuştu. Tuna nehrinin batı ve doğu yakasına yayılmıştı. Bu nedenle daha önce gördüğümüz Filibe’ye (Plovdiv’e) benzettik. Budapeşte birleşik adını 1873’te almıştı. Daha önceleri batı yakasındaki esas Buda (Osmanlı “Budin” demeyi tercih etmişti, hatta “nazlı Budin” diye iltifat etmişti), kayalık tepeler üzerine yayılmış kalesi, sarayları ve kiliseleri ile idari ve dini merkezi oluşturuyordu. Doğu yakasında düzlük alandaki Peşte eskiden ayrı bir şehir sayılıyordu, fakat sanayi devrimi ile hızla gelişmiş ve kalabalıklaşmıştı. Aslında gezimizin amacı Budapeşte’yi öğrenmek değildi, zaten katılanların çoğu daha önce buraya gelmişlerdi (çok rağbet gören Orta Avrupa turu: Prag-Viyana-Budapeşte çerçevesinde). Bizim hedefimiz sadece Osmanlı eserleriydi, bu nedenle yarım günde otobüs içinde panoramik bir tur yaparak nehir boyunca doğu yakasından kuzeye hareket ederek batıdaki manzarayı (Gellert tepesini ve Özgürlük Anıtını, Buda Kalesini, sarayları ve kiliseleri) izledik, sonra ünlü Seçeni Köprüsünden (Zincirli Köprü’den) batı yakasına geçtik ve “Rosadom” tepesindeki Gül Baba Türbesi’ni ziyaret ettik. Arnavut kaldırımları korunmuş dik bir yokuştan yukarı tırmandık ve Avrupa’daki en bakımlı ve en çok ziyaret edilen Osmanlı eserini gezdik (tekke, türbe, çeşme, bahçe ve seyir terasları). Bekçi bize türbeyi açtı ve Kanuni zamanında Budin’e yerleşen bu muhterem Bektaşi Babasının sandukası yanında hepimiz birer Fatiha okuduk (Res. 12-a,b).



Res. 12: Budapeşte’de Gül Baba Türbesi ve türbe içindeki sandukası

Dönüşte batı yakasından nehir boyunca güneye indik ve karşı taraftaki muhteşem Parlamento Binasını fotografladık. Kayalık tepelerin altından fışkıran sıcak suları değerlendiren doğal kaplıcaları (Macarlar “fürdö” diyorlar) daha Romalılar kurmuştu ve bu yerleşime Aquinicum, yani Suluca demişlerdi, fakat Osmanlılar yenileyerek ünlü Türk hamamları haline getirmişlerdi (Kiraly fürdö = Sokullu Mustafa Paşa Hamamı, Rudas fürdö = Yeşil Direkli Ilıca, Racz fürdö = Küçük Ilıca, Csaszar fürdö = Velibey Ilıcası, Lukács fürdö, v.s.). Bazıları Spa Hotel olarak halen hizmet vermeye devam ediyordu.

Budin Beylerbeyliği (Eyaleti) Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1541 yılında kurulmuştur. 1663 yılına kadar fetihlerin devam etmesiyle Tuna’nın kuzeyinde nispeten küçük yeni eyaletler oluşturuldu, fakat çok uzun sürmeyen süreçlerde söz konusu eyaletler düşman eline geçti:
       1) Budin Eyaleti -        145 yıl (1541-1686)
       2) Temeşvar Eyaleti -  164 yıl (1552-1716)
       3) Eğri Eyaleti -             65 yıl (1596-1661)
       4) Kanije Eyaleti -         88 yıl (1600-1688)
       5) Varad Eyaleti -          31 yıl (1661-1692)
       6) Uyvar Eyaleti -       22 yıl (1663-1685) [“Uyvar” bugün Slovakya’da Nove Zamki şehridir, fakat Osmanlı izi  kalmamıştır].
       Not: 1716’dan sonra bu bölgede Tuna’nın kuzeyinde Osmanlı toprağı kalmamıştır.

Ertesi sabah Peşte kısmındaki Kahramanlar Meydanını görerek M3 otobanından doğuya yöneldik. Artık dönüş yoluna girmiştik ve Büyük Macaristan Ovası’nın (Nagyalföld) kuzey kenarını takip ediyorduk. Sağımızda uçsuz bucaksız dümdüz bir ova (eski Pannonia Denizinin dibini dolduran kumlu çökeltiler), solumuzda ise 1000 m’yi geçmeyen Kuzey Macaristan Dağları’nın silueti görüntüye hakimdi. Füzesabony kavşağını kaçırmamak için dikkat ettik ve buradan otobanı terkederek 20 km kadar kuzeydeki Eger (Eğri) şehrine ulaştık. Bükk Dağının (zirvesi 960 m) eteklerinde 165 m rakımda kurulmuş bulunan 60 bin nüfuslu Eger (Lat: Agria; Alm: Erlau; Slov: Jager) müstahkem kalesi, tarihi kiliseleri ve sıcak kaplıcaları ile ünlüydü. Macar tarihinde önemli rol oynamış ve piskoposluk merkezi olmuştu. Kanuni devrinde 1552’de kale ikinci vezir Kara Ahmet Paşa (külliyesi İstanbul, Topkapı’da sur içindedir) tarafından kuşatılmış, fakat ele geçirilememişti.  

Géza Gárdony (1863-1922): Macar edebiyatının çok popüler yazarı. Dünyada 50’den fazla dile çevrilmiş olan “Egri csillagok” (Eğri’nin Yıldızları) [İngilizceye “Eclipse of the Crescent Moon” şeklinde çevirilmiştir] adlı kitabında 1552’deki Osmanlı kuşatmasına karşı başarılı savunma gösterenlerin kahramanlıklarını anlatmaktadır. Kale kumandanı İstván Dobó milli kahraman ilân edilmiştir. Kitabı okuyan binlerce turist, dünyanın her tarafından Eger’e akın etmektedir. Géza Gárdony’nin mezarı da buradadır. “Slave of the Huns” kitabı ise Türkiye’de “Tanrının Kılıcı Attila” başlığıyla birkaç baskı yapmıştır.

Eger’i tanıtan bütün broşürlerde ve internet sitelerinde çok önemli görülecek eser olarak “Minaret”ten bahsediliyordu. Orta Avrupa’nın en kuzeyindeki “Türk minaresi” hararetle tavsiye ediliyordu. Gerçekten de 1596 yılında Sultan 3. Mehmet “Eğri Seferi”ne çıkmış ve burasını 12 Ekim 1596’da fethetederek sonradan müstakil eyalet haline getirmişti. 65 yıl süren (1596-1661) Osmanlı hakimiyet yıllarından kala kala Kethûda Camii’nin sadece minaresi kalmıştı. Çok güzel olan bu ince uzun (35 m yükseklikte) minareye kıyamamışlar ve mimari şaheser olarak küçük bir meydanda korumaya almışlar (Res. 13), bol bol da reklâmını yapıyorlardı. Osmanlıdan anı olarak iki kaplıcayı (Arnaut Paşa ve Valide Sultan) da muhafaza etmişler, açık yüzme havuzları oluşturarak halka açmışlardı. Budapeşte’ye giden Türk turist çoktu, fakat “en kuzeydeki Türk minaresi”ni görmeye gelene pek rastlamadık [Not: Ancak Batı Ukrayna’da eski Podolya Eyaletinin merkezi olan Kamaniçe’de (bugün Kamyanets Podyilski) de kiliseye bitişik böyle bir “yalnız minare” bulunur. Hangisinin daha kuzeyde olduğu tartışılmalıdır!]

                                         

Res. 13: Eger’de “yalnız minare”

Tekrar M3 otobanına geri döndük ve hızla doğuya doğru yol aldık. 30 km sonra Mezökeresztes kavşağı hizasında sol tarafta görülen aynı isimli 4,000 nüfuslu kasabaya işaret ettik. Aslında Macarcada “mezö” (= ova) ve “keresztes” (= haç) demektir, yani “haç-ova”. Eğri fethinden dönen Sultan 3. Mehmet, 24-25-26 Ekim 1596 tarihlerinde burada Avusturya İmparatorunun kardeşi Maksimilian önderliğinde kalabalık bir haçlı ordusu tarafından karşılanmıştı. Üç gün süren kanlı muharebeler Osmanlının mutlak galibiyeti ile sonuçlanmıştı. “Haçova Meydan Muharebesi” (Batılı tarihçiler “Battle of Mezökeresztes” derler) olarak tarihimize geçen bu zafer, duraklama döneminde Orta Avrupa’da kazanılan son meydan muharebesidir. Fakat Macarları doğrudan ilgilendirmediği için herhangi bir anıt dikmemişlerdi. Bu nedenle otobanın çevresindeki tarlalara bakarak buralarda şehit düşen erleri ve komutanları andık.
Kuzey Macaristan’ı kateden M3 otobanını takip ettik, Tisa nehri üzerindeki köprüden geçtik ve Macaristan’ın üçüncü büyük şehri olan 207 bin nüfuslu,120 m rakımlı Debrecen’e ulaştık. Osmanlı döneminde küçük bir yerleşim olan Debreçin bir dönem Varad Eyaletine bağlı sancak merkezi olmuştur. Macar bozkırı’nın (“puszta”) ortasında göçebe çobanların hayvan pazarı olarak bilinirdi ve kayda değer Osmanlı eseri barındırmıyordu, fakat Macarlar için Avusturya esaretinden kurtuluş mücadelesinin simgesi sayılıyordu.

Karlofça Antlaşmasından (1699) sonra Macarlar istiklâllerine kavuşmamışlar ve Avusturya egemenliğine, dinî ve kültürel baskıya karşı mücadele etmişlerdir. Bu hususta Osmanlıdan daima destek ve koruma görmüşlerdir. İlk başkaldırıyı Erdel özerk bölgesinin voyvodası 2. Ferenc Rákoczi (1676-1735) başlatmıştır. 1704-1711 yılları arasında silâhlı mücedele vermiş, Polonya, Fransa ve İngiltere’ye sığınmış ve sonunda Osmanlı Devletinin daveti üzerine 1718’de Tekirdağ’a yerleşmiştir. 1735’te burada ölmüş, İstanbul’daki Saint Benoit şapeline gömülmüştür. Tekirdağ’da kaldığı konak sonradan müzeye çevrilmiştir.
1848-1849 Macar Ayaklanmasının önderi Lajos Kossuth [Layoş Koşut] (1802-1894) özgür Macar hükümetini ve milli meclisi Debrecen’e taşımış, fakat Çarlık Rusya ordularının müdahalesi karşısında “honvéd” (vatan savunucuları) dağılmışlardır. Layoş Koşut Vidin’de Osmanlıya sığınmıştır (1849). Önce Şumnu’da (bu şehirde müze-evi bulunmaktadır), daha sonra Kütahya’da misafir edilmiştir. Ailesiyle birlikte İzmir’den Avrupa’ya gönderilen Koşut, Kırım Savaşında Rusya’ya karşı ateşli propaganda yapmış ve Osmanlıya yardım edilmesini sağlamıştır. Bugün Kütahya’da müzesi bulunmaktadır.

Debrecen’den sonra güneye doğru normal asfalt yollardan devam ederek Ártánd-Bors sınır kapısından Romanya’ya girdik ve 13 km sonra da Oradea (nüfus 204 bin, rakım 126 m) şehrine ulaştık. Osmanlı tarihlerinde Varad olarak bilinen (Macarlar Nagyvarad, Avusturyalılar Großwardein derler) bu önemli kale-şehir iki kez Osmanlılar tarafından fethedilmiş, hatta 1661-1692 yılları arasında (31 yıl) müstakil “Varad Eyaleti”nin merkezi olmuştu, fakat herhangi bir Osmanlı eseri günümüze ulaşmamıştır. Çok müstahkem olan kalesi 1692 yılında 14-aylık bir kuşatma sonrası Avusturya’nın eline geçmişti.

“Uzun Savaş” öncesi Kuzey Macaristan’da (bugün Slovakya) bulunan Protestan Macarlar koyu katolik Avusturyalıların baskısına karşı gizli Wesselény örgütü kurdular. Silâhlı ayaklanma başlatanların başına 1678’de İmre Thököly (1657-1705) geçti ve Osmanlıdan destek istedi. Varad beylerbeyinin askeri yardımıyla, Kassa (bugün Slovakya’da Košice) merkezli, Osmanlıya bağlı “Orta Macar Prensliği” (Principality of Upper Hungary) kuruldu (1683). 1690’da İmre Thököly Erdel Prensliğinin başına getirildi ve birçok çarpışmada (Salankamen, 1691; Senta, 1697) Avusturyalılara karşı Osmanlının yanında savaştı. Karlofça Antlaşmasından sonra Osmanlıya sığındı, önce İstanbul’da, 1701’den sonra İzmit yakınlarında Karatepe köyünde oturdu ve burada öldü. Bugün İzmit, Karatepe’de “Tekeli İmre anı evi” açılmıştır.

Oradea şehir merkezinden ve Crişul Repede nehri üzerindeki köprüden geçtikten sonra Crişana bölgesinde 118 km güneye doğru yol aldık ve Arad (nüfus 164 bin, rakım 117 m) şehrine ulaştık. 1552’de Temeşvar’la birlikte fethedilen Arad küçük bir yerleşim yeri idi, fakat Mureş nehri üzerinde stratejik öneme sahip sağlam bir kalesi bulunuyordu. Roma döneminden kalma “Traianus Köprüsü”nü Osmanlı onartmıştı. Arad’ın doğusunda bulunan Lipva (Lipova) ve Yanova (İneu) kaleleri Osmanlılar ile Avusturyalılar arasında birkaç defa el değiştirmişlerdi. Karlofça Antlaşmasından sonra Arad kalesi Avusturya’da kalmış, sınır-gümrük noktası olarak hızlı bir gelişme kaydetmişti. Macarlar için özel bir önemi vardır – 1849’da ihtilâlci 13 Macar general Ruslar tarafından burada infaz edilmişti (“13 Martyrs of Arad” anıtı şehir merkezindedir).
 Arad şehri içinden tranzit geçtik, kalesini ve Mureş nehrini otobüsten gördük ve çıkıştan sonra Romanya’nın A1 otobanına girdik. 50 km güneyde yer alan 319 bin nüfuslu, 90 m rakımlı  Timişoara (Macarlar Temeşvár, Osmanlılar Tamışvar demişlerdi) için otobandan çıkmak mecburiyetinde kaldık, çünkü AB tarafından inşa edilmekte olan A1 otobanı (“Bükreş-Budapeşte otobanı”) şehir merkezinden geçmiyordu. Banat bölgesinin merkezi ve Romanya’nın ikinci büyük şehri olan Timişoara 164 yıl Osmanlı idaresinde kalmıştı. Tuna’nın kuzeyinde en son terkedilen (1716) eyalet merkezi idi. Çok verimli Banat Ovasında zengin bir tarım ve ticaret merkezi olmuştur. 17. yüzyılda Evliya Çelebi Tamışvar’ın camilerini, kervansaraylarını, medreselerini, hanlarını ve hamamlarını anlatmakla bitiremez. Fakat bugün bu eserlerden hiçbiri ayakta değildir. Zaten Avusturya eline geçen Varad ve Arad gibi Temeşvar’da da müslüman hiç kalmamış ve Osmanlıyı hatırlatacak eserler yokedilmiştir. Tamamen Avusturya (Viyana) stilinde yeni binalar, yollar, meydanlar ve kiliseler inşa edilmiştir. Asırlarca Macar yurdu sayılan bu topraklar, 200 yıllık Avusturya egemenliğinden sonra, 1. Dünya Savaşında (1918) bu imparatorluğun dağılması sonucu Romanya’ya verilmiş, fakat önemli miktarda Macar azınlık hala barındırıyordu. Ortodoks Hıristiyan olan Romenler de 100 yıldan bu yana  kendi kilise ve anıtlarını dikerek eskiden beri asli unsur olduklarını kanıtlamak gayretleri içerisindeler. Timişoara’da konaklamak için Boca Junior Hotel’ine yerleştik. Bir günde 518 km yol kattetiğimiz için çok yorgunduk ve akşam yemeğinden sonra hemen yattık.

Temeşvarlı Osman Ağa (1670-1725?): “Uzun Savaş” yıllarında askere alınmış ve Arad yakınında Avusturyalılara esir düşmüştür. 12 yıl esir olarak Viyana’da çalıştırılmış ve Almanca öğrenmiştir. Karlofça Antlaşmasından sonra Temeşvar’a dönmüş, 1716 yılında Temeşvar’ın ve 1717 yılında Belgrad’ın düşmesine tanık olmuştur. Önce Vidin’e, sonra İstanbul’a gitmiş, dil bilgisi sayesinde “dragoman”lık yapmış ve hatıralarını yazmıştır: “Gâvurların Esiri” (1724) ve “Nemçe Tarihi”. Düşman tarafındaki esirlik yıllarını anlatan tek Osmanlı müellifidir.

Ertesi sabah Timişoara merkezinde otobüsle bir tur attık, fakat her yerin kapalı, yolların da boş olduğunu görünce günlerden 1 Mayıs olduğunu anladık. Meğer İşçi Bayramı eski sosyalist ülkelerde hala tatil günüymüş, amma ortalıkta ne işçiler, ne de coşkulu yürüyüşler vardı. Oysa komunist diktatör Nikolae Çauşesku’ya (Nicolae Ceausescu) karşı 17 Aralık 1989’da halk ayaklanmasını başlatan Timişoara işçileriydi. Şehir merkezinde çok büyük bir alan motorlu araç trafiğine kapatılmış olduğu için yaya dolaşmayı göze alamadık.
Aslında Timiş (Macarlar Temeş derler, Osmanlı Tamış demiştir) nehri şehre adını vermiş olmasına rağmen, bugünkü şehrin 15 km güneyinde kalmıştır. Taşkın önleme çalışmaları sonucu, şehrin içinden akan suyolu “Bega kanalı”dır. Daha önce varolan Bega nehrinin 44 km’lik kısmı taş döşenmiş yatağa alınmış ve Lugoj yakınlarında Timiş nehriyle irtibat sağlanmıştır. Bega kanalı Sırbistan Banat’ında da devam etmektedir.
Timişoara şehrinden, E70 yolunu takip ederek doğuya yöneldik. Bega kanalına paralel seyrederek 60 km sonra, 120 m rakımlı ve 37 bin nüfuslu Lugoj’a (Osmanlı Logoş demiştir) kentine geldik. Çevre yolundan Lugoj’u dolandık ve güneydoğu istikametinde, artık Timiş nehrine paralel yükselmeye devam ettik. 42 km sonra, 204 m rakımlı ve 28 bin nüfuslu Caransebeş (Osmanlı kaynaklarında sadece Şebeş denir) kasabasını da çevre yolundan by-pass ettik.  Batı Karpat Dağlarını kuzeyden güneye aşan uzun koridora girdik. Coğrafyacılar “Timiş-Cerna gap” derler, Osmanlı “Mehadiye geçidi” demiş, Erdel ve Macaristan seferlerinde kullanmıştır. Karansebeş’te başlayıp Orşova’da sonlanan bu 92 km uzunluğundaki doğal geçit 550 m’lik azami irtifası ile tarih boyunca en uygun kuzey-güney güzergâhı olmuştu. Roma imparatoru Traianus da ünlü Dacia seferlerinde güneyden kuzeye doğru buradan geçmişti. Son Osmanlı-Avusturya Savaşında, 1788’de Mehadiye ve Şebeş (Caransebeş) Muharebeleri bu dağların arasında kazanılmış, 1791 Ziştovi Antlaşmasından sonra da Avusturya artık Osmanlıya savaş açmamıştı.

Dacia (Daçya, Grek telâffuzu Dakiya’dır) bölgesi, Tuna nehrinin kuzeyinde bulunan tek Roma Eyaleti olmuştur. Traklara akraba oldukları kabul edilen Daklar burada krallık kurmuşlar ve Tuna’nın güneyindeki Roma topraklarına sık sık akınlar düzenlemişlerdir. İmparator Traianus’un M.S. 101 ve 106 yıllarında düzenlediği ünlü Daçya seferleri sonunda Dakların kralı Decebalus intihar etmiş ve bölge Roma eyaleti haline getirilmiştir. “Daçya fatihi” unvanı alan Traianus’un savaşları Roma kent merkezindeki ünlü “Trayan sütunu”na kabartmalarla işlenmiştir. Romalılar Daçya’dan tonlarca altın, gümüş ve bakır çıkarmışlar ve başkente taşımışlardır. Ancak diğer barbar kavimlerin hücumlarına karşı koyamayan imparator Aurelianus M.S. 271 yılında bu toprakları boşaltmış ve Tuna’nın güneyine çekilmiştir. Yüzyıllar geçmesine rağmen bu bölgenin karmaşık kavimlerden oluşan insanları Latince konuşarak birbirleriyle anlaşabilmişlerdir. Bugünkü Rumence’nin temelinde Latince bulunmaktadır. 1861’de birleşen Valachia (Eflâk) ve Moldavia (Boğdan) prenslikleri “Romania” adını almışlardır. Halen kendilerini Roma İmparatorluğunun uzantısı ve kültürel mirasçısı saymaktadırlar.

Demirkapı Boğazı: Sırbistan ile Romanya arasındaki sınırı belirleyen Tuna Nehri, ünlü Demirkapı Boğazını (Sırplar “Cerdab”, yani Türkçeden esinlenen “girdap” anlamında, Romenler “Portile de fier”, Macarlar “Vaskapu” derler) aşarak Aşağı Tuna Ovalarına iner ve Dobruca’nın kuzeyinde geniş bir delta yaparak Karadeniz’e dökülür. Avrupa’nın ve Tuna nehrinin en uzun ve en dar boğazıdır (uzunluğu 134 km’yi bulur, en dar yeri 80 m, en derin yeri 55 m) ve 1972’de inşa edilen Demirkapı Barajı Sırbistan ve Romanya tarafından müştereken inşa edilmiştir.

    


 Res. 14: Orşova-Severin yolundan Demirkapı baraj gölü ve Hidroelektrik santrali

Cerna (Çerna) nehrinin Tuna’ya kavuştuğu yerde bulunan Orşova kasabası 1972 yılında hizmete giren “Demirkapı-1” (Portile de fier; Cerdap) hidroelektrik santralinin baraj sularının 20 m yükselmesi nedeniyle batıdaki bir tepeye taşınmıştı, fakat nüfusu da yarı yarıya azalmıştı (nüfus: 9,600, nehir seviyesi eskiden 42 m, bugün 62 m rakımda) (Res. 14-a,b).

Eski Orşova hizasında, Tuna nehrinin ortasında bulunan ve sadece Türklerin yaşadığı Adakale (1923’e kadar Osmanlı toprağı) adası da baraj gölü sularına gömülmüştü. Buradaki Türkler ise ya Türkiye’ye, ya da Romanya’nın başka bölgelerine taşınmışlardı. Az bilinen ilginç bir tarihi vardı Adakale’nin: 1878 Berlin Konferansında Osmanlı toprakları Sırbistan ve Romanya arasında paylaştırılırken Tuna nehri iki ülke arasında sınır kabul edilmiş, fakat Tuna ortasındaki Adakale unutulmuştu. Antlaşma imzalandıktan sonra eksiklik fark edilmiş, artık yapacak bir şey olmadığı için 55 yıl daha Osmanlı’da kalmıştı. O yıllarda Adakale çok popüler turistik merkez olmuştu – Viyana’dan kalkan lüks gemiler Tuna boyunca geziler düzenliyor ve mutlaka “oriental” görünümlü Osmanlı adasına (Adakaleh) da uğruyorlardı. Bu ada Türkiye Cumhuriyeti ile Romanya Krallığı arasında sorun oluşturmuş ve diplomatik gerginlikler sonrası Romanya’ya terkedilmişti.

Tuna kenarında güzel bir yemek molası verdikten sonra, 71 m rakımlı (nehir seviyesi 40 m) ve 92 bin nüfuslu Severin (bugün Drobetta-Turnu Severin, Roma dönemindeki adı Drobetta, Mac: Szörenyvar) içinden tranzit geçtik. 1233-1524 yılları arasında Macaristan Krallığına bağlı Severin Banlığı’nın merkezi olmuş, 1524 ile 1829 arası Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Roma imparatoru Traianus’un Dacia seferleri esnasında Tuna nehri üzerinde M.S.103-105 yılları arasında inşa ettirdiği “Trayan Köprüsü” dünya mühendislik tarihine bir şaheser olarak geçmiştir. Hun akınları esnasında (M.S. 445) Attila tarafından yıktırılmıştır.   
“Küçük Eflâk” diye bilinen engebeli Oltenya Ovası’ndan geçerek Tuna kıyısındaki Kalafat’a (nüfus 21 bin, Tuna seviyesi 35 m) ulaştık. Kalafat’a girmeden, çevre düzenlemeleri hala devam eden, fakat hizmete açılmış bulunan “yeni Tuna Köprüsü”nden Bulgaristan’a girdik ve çevre yollardan dolaşarak Vidin şehrine vardık. Bulgaristan’ın kuzey-batı köşesinde yer alan 48,000 nüfuslu ve nehir rakımı 35 m olan Vidin (Romalılar Bononia, Mac: Bodony, Alm: Widdin), daha Yıldırım Bayezid döneminde, ünlü Niğbolu (Nikopol) Zaferinden hemen sonra (1396 sonu), Osmanlı tarafından ilhak edilmiş, Vidin Bulgar devletine son verilmiş ve sancak merkezi yapılmıştı. İlk Eflak ve Erdel seferlerine buradan girişilmişti. 1846-64 arası ise vilâyet merkezi olmuştu. Tuna’nın sağ kıyısındaki ünlü kalesi (“Baba Vida”) 482 yıl Osmanlının müstahkem mevkii olmuş, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde müşir Osman Nuri Paşa’nın komutasındaki Batı Tuna Ordusu burada konuşlanmıştı. Ondan 100 yıl önce ise Vidin başka bir Osman ismi ile tarihimize geçmişti. Merkezi iktidarın zayıfladığı 18. yüzyıl sonlarında, yerli bir isyankâr âyan olan Pazvantoğlu Osman, Tuna boylarındaki yamakları (sınır muhafızlarını) kendi emri altında birleştirerek yıllarca İstanbul’dan bağımsız bu havaliye hükmetmişti.

Vidinli Osman Pazvantoğlu (1758, Vidin – 1807, Vidin): Bosna kökenli olup, dedesi Sofya’da “pazvant” (bekçi) idi. Vidin’de askerlik yapan babası 1787-92 Osmanlı-Rus Savaşında bir ayaklanmaya  karıştı ve idam edildi. Osman “yamak” (sınır muhafızı) olarak kayıt oldu, kısa sürede Vidin ve Belgrad yamaklarını organize ederek kendi başına Tuna boylarına hükmetmeye başladı. Gönderilen Osmanlı ordularını yendi, Niğbolu, Sofya, Belgrad ve Varna sancaklarını talan etti, Bükreş üzerine yürüdü. Sultan 3. Selim çaresiz kendisini vezir yaptı ve Vidin Valisi olarak atadı (1798). 1800, 1804 ve 1806’da tekrar merkezi iktidara karşı çıktı, 1807’de felç geçirdi ve 27. Ocak tarihinde öldü. Vidin’de camisi ve kütüphanesi ayakta olup, yaptırdığı Askeri Kışla da restore edilerek Tarih Müzesi olarak kullanıma açılmıştır.

Bir pazvant (bekçi) oğlu olup, sınır muhafızlığından yetişen bu şahsın Tuna boylarında iki katlı özel bir kütüphane inşa ettirmesi takdire şayan bir olaydır. Tuna kenarındaki geniş park içerisinde bulunan Osman Pazvantoğlu kütüphanesini ve camisini gördükten sonra doğuya doğru yola koyulduk (Res. 15-a,b).

   


Res. 15: Vidin’de Osman Pazvantoğlu camisi (a) ve kütüphanesi (b)


Batı Balkan Dağlarının kuzey eteklerini takip eden asfalt yol Bulgaristan’ın (ve Avrupa Birliğinin) en fakir bölgesinden geçiyordu. İşsizliği çok yüksek, ekonomisi sürekli gerileyen, boşalmış köyleri ve yaşlanmış nüfusu ile terkedilmişlik izlenimi veriyordu. Yol boyunca müthiş bir yağmur altında saatlerce otobüsten dışarı çıkamadık, 43,000 nüfuslu, 135 m rakımlı Montana (eskiden Mihaylovgrad, daha önce Ferdinand, Osmanlı döneminde Kutloviçe adında bir köy idi), 60,000 nüfuslu, 344 m rakımlı Vratsa (İvraca) ve 24,000 nüfuslu, 395 rakımlı Botevgrad (Orhaniye) asfaltını takip ettikten sonra kuzeye yöneldik ve Lukovit (nüfusu 9,600, rakımı 171 m) kasabasında yol kenarındaki Diplomat Plaza Hoteli’nde son gecemizi geçirdik. Aşırı yorgunduk (566 km yol katetmiştik), yağmur durmadan devam ediyordu ve karanlık çoktan bastırmıştı. Fakat misafirperver hotel personeli, geç saat olmasına rağmen, bizi doyurdu ve rahatlattı.
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra 50 km kuzeyde bulunan Pleven (Türkler Plevne demişlerdir) şehrine gittik. Tuna kıyısından 40 km güneyde ve Balkan Dağlarının 60 km kuzeyinde yer alan 106 bin nüfuslu, 116 m rakımlı Plevne, Kuzey Bulgaristan’ın üçüncü büyük şehriydi (Varna ve Rusçuk’tan sonra). Niğbolu Savaşından (25 Eylül 1396) sonra fethedilen bu bölgede, kalesi ve savunması olmayan bu küçük tarım kasabası Gazimihaloğlu Ali Bey’in hissesine düşmüştü. Evlâdı Fatihan sayılan Mihaloğullarının mirasçıları şehri imar etmişler, camiler ve mescitler kurmuşlardı. Fakat  1877-78 Osmanlı-Rus Savaşına kadar önemsiz bir taşra kasabası olarak kalmıştı. Plevne’de halâ Türkler yaşıyordu ve ibadet edebilecekleri bir camileri vardı (Res. 16-a,b). Önce bu camiyi bulduk, cami imamı Recep Hoca çok sevindi, camiyi gezdirdi, caminin 1825 yılında, yani Plevne Savaşlarından çok önce, inşa edilmiş olduğunu gururla belirtti.  




Res. 16: Plevne’de ibadete açık, 1825 tarihli Türk Camisinin dış görünümü (a) içten mihrabı ve minberi (b)

1877-78 Osmanlı - Rus Savaşı (93-Harbi): Son Osmanlı-Rus Savaşı (Birinci Dünya Savaşı hariç) olup, Sultan 2. Abdülhamid dönemine (1876-1909) rastlar. Romanya Prensliği, Sırbistan ve Karadağ da Rusya’nın yanında savaşa katıldılar. Rusya ve Romanya birlikleri 21.Haz.1877’de Ziştovi batısında Tuna’yı aştılar, Niğbolu ve Tırnova’yı aldılar ve 17.Temmuz’da Balkan Dağlarındaki Şipka Geçidini ele geçirdiler – 6 ay süren  Şipka Muharebelerinde (17.Tem.1877-9.Ocak1878) Osmanlı’nın Balkan Ordusu başarısız oldu ve Plevne’de kuşatmaya direnen Osman Paşa’nın yardımına gidemedi. Vidin’den hızla doğuya ilerleyen Batı Tuna Ordusu Plevne kasabası çevresinde mevzilendi (40,000 asker ve 58 top) ve 5 ay çok üstün Rus-Romen Ordusuna (150,000 asker ve 176 top) direndi [Gazi Osman Paşa’nın Plevne Savunması, 20.Tem.-10.Aralık 1877]. Plevne’nin düşmesinden sonra Sofya, Plovdiv, Edirne, Çorlu, Tekirdağ ve Dedeağaç işgal olundu. Rus Ordusu Yeşilköy’e kadar ilerledi. Çaresiz kalan Osmanlı Devleti burada Ayastefanos Antlaşmasını imzaladı (3.Mart 1878), [“3 Mart” hala Bulgaristan’ın resmi bayramı sayılır]. Rusya’nın büyümesinden telâşlanan Avrupa Devletleri bu antlaşmayı reddettiler ve Berlin Konferansını düzenlediler (13.Haz.-13.Tem.1878). Berlin Antlaşmasıyla (13.Tem.1878) Osmanlı Devletinin toprak kayıpları azaltıldı, fakat Osmanlıya şeklen bağlı Bulgaristan Prensliği (Sofya ve Kuzey Bulgaristan); Balkan Dağlarının güneyinde Filibe merkezli ve Bulgar vali tarafından idare edilen Doğu Rumeli Vilayeti kuruldu. Romanya Kuzey Dobruca’yı, Sırbistan Niş havalisini, Karadağ da bazı komşu toprak parçaları alarak genişlediler.

Savaşın başında Rus-Romen ordularının Sviştov (Ziştovi) yakınlarında Tuna nehrini geçmeleri üzerine Vidin’den harekete geçen Osman Paşa komutasındaki Batı Tuna Ordusu bir hafta içinde Plevne’ye gelebilmiş ve çevredeki tepelere istihkâmlar kazarak savunma hatları oluşturmuştu. 20 Temmuz ile 10 Aralık 1877 arasında 5 ay olağanüstü başarılı bir savunma sergileyen Osman Paşa, Plevne adını bütün dünyaya duyurmuştur.

Gazi Osman Paşa (= Osman Nuri Paşa) (1832, Tokat – 1900, İstanbul): Beşiktaş Askeri rüştiyesini, Kuleli Askeri idadisini ve Harbiye mektebini bitirdi. Kırım Savaşında teğmen, Girit isyanında miralay, Manastır’da paşa olarak görev yaptı. 1876’da Sırbistan savaş ilan edince Vidin komutanı olarak Zayçar’ı aldı ve müşir oldu. 93-Harbi başlangıcında Batı Tuna Ordusu komutanı olarak 6 günde ordusunu Vidin’den Plevne’ye getirdi. Beş ay üstün bir direniş gösterdi ve 10. Aralık 1877’de teslim oldu. Savaş sonrası “Gazi” ünvanı verildi ve 2. Abdülhamid’in askeri danışmanı oldu. 68 yaşında İstanbul’da vefat etti, Fatih Camii avlusunda türbesini sultan yaptırdı. İstanbul’da bir ilçe, Tokat’ta bir üniversite adını taşımaktadır. Plevne marşı bestelendi “…Tuna nehri akmam diyor / etrafımı yıkmam diyor / şanı büyük Osman Paşa / Plevne’den çıkmam diyor…

Plevne camiini ziyaret ettikten sonra, şehrin güneyinde bir tepenin üzerinde Bulgar ve Rus ressam ve mimarların eseri olan “Panorama” müzesini gezerek Plevne Savunması hakkında görsel bilgi aldık. Müze rehberinin naklettiği bilgiler rencide edici değildi, Osman Paşa’dan saygı ile bahsediyordu. Yine de Türk ziyaretçilerin bu ortamda duygulanmaması mümkün değildi, herkes düşünceli ve gözü yaşlı idi.
            Artık Edirne’ye dönmek üzere yola çıktık. 37 km güneydeki Loveç (Lofça) şehrinin yanından geçtik. Osmanlı döneminde bu bölgenin idari, ticari ve kültür merkezi olan Lofça şimdilerde Plevne’nin gerisinde kalmıştı (nüfusu 36,600, rakım 200 m). Buradan geçerken çok önemli bir devlet adamımız olan Cevdet Paşa’yı anmadan edemedik.

Ahmet Cevdet Paşa (1822, Lofça – 1895, İstanbul): İlk öğrenimini Lofça’da gördü. İstanbul’da Fatih Medresesinde okudu. Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendi. Bulgarca da biliyordu. Türkçenin ilk gramer kitabını yazdı. Müderris ve Encümen-i Daniş (Bilim Akademisi) üyesi oldu. 12 ciltlik “Tarih-i Cevdet” kitabını yazdı, devletin resmi tarihçisi oldu. Asker kökenli olmamasına rağmen 1866’da “paşa” unvanı verildi. 1868-78 arası onun başkanlığında çalışan bir kurul “Mecelle” (Codex civilis) derlemesini tamamladı – asırların İslâm hukuku kitaplaştırıldı. 1926’ya kadar Osmanlı-Türk hukukçularının temel başvuru kitabı oldu (1851 madde). Defalarca adalet, eğitim ve vakıflar bakanlığı yaptı. 1895’te vefat etti ve Fatih Camii bahçesine defnedildi. Büyük kızı Fatma Aliye ilk kadın roman yazarımızdır. Küçük kızı Emine Semiye ise gazeteci, siyasetçi ve kadın hakları savunucusudur.

            Lofça’dan sonra güneye doğru devam ettik, fakat önümüzde kapkara bulutlara bürünmüş Orta Balkan Dağları’nın silsilesi, geçit vermez bir duvar gibi yükseliyordu. Gerçekten de 2000 m’yi aşan zirveler (2376 metrelik Yumrukçal Tepesine şimdi Botev Tepesi deniyordu) arasında zor ve yüksek geçitler aşırı yağmurlu havalarda tehlike arzediyordu.

Balkan Dağları (Bulg/Sırpça: Stara Planina = Eski dağ; Lat: Haemus = Hemus; Gr: Aimos= Kanlı dağ) çok düzgün bir sıradağ silsilesidir. Karadeniz kıyısında Emine (esk. Emona) burnundan batıya doğru (Timok nehri vadisine kadar) 560 km uzunluğunda, genişliği 20-50 km arasında, yüksekliği ise yer yer 2000 m’yi aşar. Sofya Ovasının kuzey sınırını oluşturduktan sonra, kavis yaparak kuzeye (Vidin’e) doğru yönelir ve alçalarak Tuna kıyısına ulaşamadan kaybolur. Üç coğrafi kısma ayrılır: Doğu Balkan (Karadeniz’den İslimiye’ye kadar); Orta Balkan (Sofya hizasında İskır nehri kanyonuna kadar) ve Batı Balkan (Sırbistanla sınır oluşturur). Osmanlı döneminde Türk nüfus yoğun olarak nispeten alçak (500-700 m), fakat yelpaze şeklinde yayılmış olan Doğu Balkan Dağının vadilerine ve yaylalarına yerleşmiş, buralara “Kocabalkan” demiştir. Batıya gittikçe dağ silsilesi yükselir ve Türk nüfus da gittikçe azalır. Balkan Dağları Bulgaristan’ı net biçimde Kuzey ve Güney Bulgaristan şeklinde ayırır. Güney yamaçları dik ve  yalçın olduğu için kesintisiz bir duvar izlenimi verir (Osmanlılar “balkan” adını vermişlerdir). Kuzey etekleri eğimli olup bazı tepelikli yükseltilerle Tuna nehrine kadar devam eder – dalgalı Tuna Düzlüğü, ortalama rakım 100-200 m, batıda 40 km’den doğuda 200 km’ye kadar genişler. Plevne, Lofça, Selvi ve Tırnova şehirleri bu coğrafi bölgede yer alırlar.
Roma İmparatorluğu döneminde bu bölge Provincia “Moesia İnferior”, Aşağı Meziya Eyaleti olarak  teşkilâtlandırılmıştı (Tuna Düzlüğü’nü, Deliorman’ı ve Dobruca’yı kapsıyordu). Bugün küçük bir akarsu olan Tsibritsa deresi Yukarı Meziya ile sınır kabul edilmişti. Günümüzde bu Roma eyaletinin büyük bir kısmı Kuzey Bulgaristan’da, küçük bir parçası Romanya topraklarında kalmıştır.

           
Tekrar Balkan’ın kuzey eteklerini takip eden E772 ulusal yolda, yağmurdan kaçarcasına hiç durmadan 80 km doğuya gittik, 27,000 nüfuslu, 230 m rakımlı Sevlievo (Selvi) ve 70,000 nüfuslu, 220 m rakımlı Veliko Tırnovo (Tırnova, ki tarihi bir şehir olup 2. Bulgar Devletinin  başkentidir ve 1393’te Osmanlı tarafından fethedilmiştir) şehirlerine girmeden, en uygun ve güvenli sayılan Hainboğaz’a (şimdi “Prohod na Republikata”, azami yükseklik 700 m) girdik. Batıdan gelen şiddetli yağmura yakalanmadan 45 dakikada kendimizi Güney Bulgaristan’da, yani Balkan Dağlarının güneyinde, Tunca Vadisinde bulduk. Burada hava açık ve nispeten daha sıcaktı. Evimize gelmiş gibiydik, çünkü Trakya’da sayılırdık ve gördüğümüz Tunca nehri de bize tanıdık geldi - önünde sonunda Edirne’den geçecekti. Fakat önümüzde küçük bir engel daha vardı – bu kesimde 400 m’yi aşmayan Sredna Gora Dağı (atalarımız Karacadağ demişlerdi).

Sredna Gora (Osmanlı döneminde Karacadağ), Balkan Sıradağlarının güneyinde ve paralel seyreden daha alçak (en yüksek noktası 1600 m) ve daha kısa (yaklaşık 200 km) ormanlık dağ silsilesidir. Karadeniz kıyısına ulaşmaz ve Sofya Ovasının doğusunda sonlanır. Bulgarca “Ortadağ” demektir ki, Balkan dağları ile Rodop dağları arasında olduğu ifade edilir. Fakat Balkan dağları ile arası 20-30 km genişliğinde dar bir çöküntü (Balkanaltı Vadileri) ile sınırlanmışken, Rodop dağları 80-100 km güneyde olup geniş Yukarı Trakya Ovası veya Yukarı Meriç Ovası ortaya çıkar. Sredna Gora’nın doğu kesimleri çok alçaktır ve Sliven (İslimiye) yakınlarında kaybolur.
Balkanaltı Vadileri  (Bulg: Podbalkanski poleta) iklimi yumuşak, kuzey rüzgarlarından korunaklı, akarsuları bol verimli topraklardır. En yüksek Balkan tepelerinden inen Tunca suları doğuya doğru akarak en geniş Balkanaltı vadisini (Tunca vadisini = Gül Vadisini) kateder ve Sliven yakınlarında 90 derece viraj yaparak güneye yönelir. Osmanlı döneminde bu vadilere yoğun Türk nüfusu yerleşmiş ve Edirne’den getirdikleri, gülyağı verimi yüksek olan gül bahçeleri ekmişlerdi. Tarihi olarak Balkanaltı Vadileri Traklara ev sahipliği yapmış ve Odris Krallığının başkenti (Sevtopolis) burada kurulmuştur (bugünkü Kazanlık şehrinin güneyinde).

Tunca’nın sularını biriktiren Jrebçevo Baraj gölünün kıyısını takip ederek Karacadağı’nın güneyinde yayılan bereketli Zagora (Türkler “Zağra” adını vermişlerdi) Ovasına ulaştık. Daha 1365 yıllarında Lala Şahin Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılan bu ovanın ortasına Yeni Zağra (veya Zağra Yenicesi) kasabası Türkler tarafından kurulmuştu. Saruca Paşa ilk banisi olmuş ve bir cami yaptırmıştı (Saruca Paşa Camii). 2. Bayezit döneminde başvezir Hadım Ali Paşa da güzel bir hamamla bu yerleşimi mamur etmişti, fakat komunist dönemde bu eserler yıktırılmıştı. Bugün Nova Zagora (nüfus 23,000, rakım 131 m) diye adlandırılıyordu. Bu şehrin 8 km kuzeyindeki Karanovo tümülüsü Balkan pre-historia’sı (tarihöncesi) bakımından çok ünlüdür. M.Ö. 6,000’li yıllardan itibaren düzenli bir yerleşme gösteren Trak-öncesi neolitik bir kültürün zengin buluntuları ortaya çıkartılmıştır. Aynı şehrin 10 km güneydoğusunda ise Grafitovo köyünün ardında yükselen Adatepe’nin zirvesinde Osmanlı döneminden kalma “Kıdemli Baba” tekkesi ve türbesi yer alıyordu, fakat uygun yolu olmadığından tırmanmayı göze alamadık.
Trafik levhaları Svilengrad istikametinde, henüz haritalarda bile yer almayan yeni bir güzergâha işaret ediyordu. Sakar Tepeliklerinin batı kıyısından geçen bu güzergâh köylerarası yolların asfaltlanmasıyla oluşturulmuş, fakat bazı bölümleri henüz tamamlanmamış, benzin istasyonları ve mola yerleri yapılmamıştı. Fakat yol epeyi kısalmıştı. Belli ki Kapıkule’den sonra kuzeye (Tuna üzerindeki Rusçuk Köprüsüne) giden en kısa yol olarak Türk TIR taşımacılığına hizmet edecekti. Çok kısa sürede kendimizi Svilengrad’ın kuzeyinden geçen otobanda bulduk ve 10 km sonra da Kapıkule’ye ulaştık. Tam tamına bir hafta (7 gün) süren tarih ve coğrafya gezimiz tamamlanmış, unutulmaz anılarını yıllarca hatırlayacaktık (Res. 17).

Teşekkür: Bu gezinin teknik ve mali organizasyonunu üstlenen ERAKMAN Seyahat Acentası’na, emeğini esirgemeyen Acenta Yetkilisi Sn. İhsan Aksoy’a ve müdür Sn. Cüneyt Amaş’a teşekkür etmeyi borç biliriz.


           Res. 17: Geziye katılan ekibimizin ilk gününde çektirdiği toplu resim (Sofya, 26 Nisan 2014)